Milliyetçilik Hakkında (2): Ulus Devletlerin Problemleri Onları Var Eden Sebepleridir.
Milliyetçiliğin yükseliş dalgasını anlatmaya devam ederken Avrupa’yı tam anlamıyla sert bir şekilde kenara itip, “odağımızı” bu duygunun diğer havzalarda nasıl yaygınlık gösterdiğini ifade etmekte oldukça zorlanabiliriz. Bu sebeple milliyetçilik kıtalararası yayılmayı kitle iletişim araçları vasıtasıyla değil, aksine tamamen duygusal dürtüler dahilinde gösterdi. İçerisinde ideolojilerin yönlendirmeleri elbette vardır. Yani oluşan sosyolojik komplikasyonların[1]nefrete dönüşmediği her süre ve koşulda biz milliyetçilikten rahatlıkla bahsedebiliriz. Ama milliyetçilik ile ulusalcılığın asla karıştırılmaması gerekir. Aralarındaki farkı şöyle ifade edebilirim: “Sosyal bilimci olmakla ideolog olmak arasındaki uçurum gibidir”. O yüzden bir zincir olarak devam edecek olan bu dosya konusu bütünüyle ulusalcılık, milliyetçilik ve faşistlik anlayışlarının ne şekillerde birbirinden ayrıldığına da ışık tutabilmek adına bir araç olabilecek. Kavramları zihinlerimizde ayırabilirsek aralarındaki farklılıkları da görebiliriz.
Venezuela’da bıraktığımız Simon Bolivar’ın milliyetçilik mirasından tekrardan Avrupa özeline gelelim. Bu devasa ve koskoca dünya siyasetinin kaderini belirleyen sahada çok milletli İmparatorlukların yaygın anlamda liberal ve özgürlükçü çıkışlarla ve ağırlıkla da milli baskılarla yüzleşmeleri sonucunda zayıflama sürecine girdikleri dönem kuşkusuz 19. yüzyıldır. Devlet-i Aliyye üzerinden baktığımızda çok daha geç tarihlerde (bu yüzyılın son çeyreklerinde) etkileri görülmeye başlansa da Avrupa’da özellikle 1848’deki ihtilal sürecinin kırıntıları 1860’lardan sonraki süreçte “gizil ideologların” yönlendirmesiyle bu yöndeki talep ve eylemlerin şiddeti zaman geçtikçe arttı. Bu hareketlerin misyonunu ağırlıkla İtalyan devletçiklerinde, Çek ve Macarlar arasındaki vesayet münakaşasında görebiliriz. Bahsi geçen bu kitlelerin milli benlikleriyle kurmak istedikleri birliklerine olan düşkünlükleri, arzularının da bu yönde şekillenmesine sebebiyet verdi. Yani daha da açmamız gerekirse bu yüzyıl ağırlıkla “bağımsızlık” duygusunun en şiddetli şekilde yayılım gösterdiği bir çehreyi kapsar. Gidişatın sonucunda Frankfurt Parlementosu’nun [2] yapısallaştırılmasına ulaşılan süreçte bu olayların Almanya’ya da böylelikle sıçradığını ifade edebilirim. Bir önceki haftada da bahsetmiş olduğum gibi Şansölye Metternich’in uyguladığı güç yönetimi -restorasyon- politikası ve bu politikadan izole edilmiş İtalyan devletçikleri faktörü ateşi daha da alevlendirdi. Sonucunda ortaya çıkan tablo ayak takımı yerine artık baş olanların (Kralların ve İmparatorların) canının tehlikeye girmiş olmasıdır. İşte bu yüzden artık çıkacak olan her savaş din yerine değil ulusal kimliğin inşa edilmesi [3] yönünde hak talepleri ve milli menfaatlerin özelinde refah ve para için çıkarıldı. Ancak Osmanlı’da biz bunu göremeyiz. Hele ki yaptığımız ıslahatları ve giriştiğimiz “anlık” yenilik çabalarının ayaklarının yere basmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bunun sebebi yersiz veya plansız olması değil. Sürdürülebilir olmaması. Yani yarını düşünülmeyen günü kurtarmaya yönelik hamleler. En büyükleri de zaten askeriye üzerinde oldu. Harika ataklar gerçekleşti ancak temeli olmayınca gelişim süreci uzadı, bir yerden sonra da çağdaşlık diliminden sapmaya başladı. Örneğin Mühendishane-i Bahr-i Humayun açıldığında elimizde bir müfredat bulunmuyordu. Ünite, kazanım gibi kavramlar çok ama çok sonra ancak Darülfünun’un açılış dönemlerinde ele alındı ve uygulamaya çalışıldı. Hatta Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bile bu konuda zorluklar yaşadık. Pragmatist eğitim felsefesinin savunucusu Jhon Dewey’i Türkiye’ye bize bir ideal bir eğitim sistemi hazırlaması için davet ettiğimizde (1924) maalesef sorduğu en temel ihtiyacını dahi yanıtlayamadık. Müfredatımızın olup olmadığını sordu. İlkokul kademesinde ne okutuyorsunuz? Periyodik olarak ne okutmaktasınız diye başladı işine. Müfredata sahip olmadığımız için, ondan istediğimiz ideal (ulus inancını perçinleyen) eğitim programını da hazırlayamadan Amerika’ya geri dönmek zorunda kaldı. Aynı zamanda bir Sosyal Bilgiler Öğretmeni olarak şunun da farkındayım. Jhon Dewey’in günümüzden yaklaşık bir asır kadar önce raporunda belirttiği “temel” aksaklıkların ulus temelli eğitim sistemi ve mevzuatı oluşturmakta neden ve ne şekilde zorluk çıkardığı günümüzde de tazeliğini korumaktadır. Yani 1924’te kaleme alınan, raporlaştırılan “problemler” bugün halen daha “var”. Olayın ciddiyetini anlıyorsunuzdur diye düşünüyorum. İlerleyen zaman diliminde bu konuyu daha farklı dipnotlar ile açmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Özellikle Sosyal Bilgiler Dersi kapsamında. Çünkü bu ders Amerika’da (ABD) başka, Türkiye’de başka işleniyor. Dersin içeriği tamamen vizyon meselesiyle alakalı. Ve oldukça önemli.
19. Yüzyıl Millet İnşası Dönemidir
Osmanlı’nın ve tabi Türkiye’nin yakın geçmişinden süregelen sorunların ulusal eğitim programı hazırlanmasındaki engelini de dile getirdikten sonra Avrupa’ya, konumuza tekrar dönebiliriz. Ek bir parantez olarak burada bulunsun.
Nitekim bu olan biten hadiselerin ekseriyetini, milli hükümetlerin ve ideallerin kurucu unsurunu salt elit kesimden zuhur ettiğini düşünmemiz asla doğru olamaz. Her şeyin başında milliyetçilik toplumun göbeğinde, ortasında doğup gelişmiş bir duygu ve ortak idealdir. Halk tabanlıdır. Kökten doğup gelişen, sosyal problemlere karşı bir tür amatör[4] ancak yakıcı ve yıkıcı tepkidir. İsyanlara bakınız. Hepsi haksızlığa ve ezilen kurucu ulusun haykırışına bağımlı olarak gelişmiştir. Bağımsızlığına düşkün, bu egemenliği kaybetmek istemeyen tek Ulus biz Türkler değiliz. Bu konuda tek değiliz.
Ders kitaplarında yazdığı gibi “halk = sosyalizm” değildir. Bu var olduğumuz ve ideallerin artık yazıya döküldüğü, yaygınlaştığı, ideoloji ve bir -izm haline geldiği dönem itibariyle de hiçbir zaman böyle olmadı. Ancak bir gerçek var ki o da “yöneticileri halkın haklı ve ayağı yere basan uyanışı, uyarışı hizaya sokar.” Yani milliyetçilik bu coğrafyalarda (Orta Avrupa ve Batı Avrupa) “halk destekli” şekilde değil “halkın ana malzeme” olduğu olgusuyla gelişti. Hani bir laf vardır ya “Avrupa insanları hakkını söke söke aldı” diye. İşte bu söz, buraya dayanır. Bu insanlar Jakobenizmden[5] sistemi aldı, kendisine uyarlayarak ulus egemenliği hâline bürünerek devam etti. Bu konuyu biraz genişletmek istiyorum. Çünkü müzecilik faaliyetlerine olan etkisinin yadsınamaz derecede yüksek olduğu kanaatindeyim. Şöyle ki 1789 Fransız İhtilali neticesinde Fransa’ya biçilen, layık görülen kader Jakoben tavrın egemenliği üzerineydi. Bir grup sahipsiz ve kışkışlanmış tavuk olarak görülen halkın güdülmesi için üst kesime ihtiyaç vardı. O da bu ihtilal ile örneklendirilebilir. Yani Fransız İhtilali’nin ideologları kendisini bu konumda var ettiler. Ardından milyonların canına mâl olacak olan “Terör Dönemi” ve tabi o kadar uğraş sonrasında Napoleon Hanedanlığı’na aralanan kapıyla monarşi tekrar egemen güç olarak belirlendi. Tek farkla. O fark da Napoleon’un ulusçu olmasıdır. Faaliyetlerinde bunu görmemiz oldukça basit. Bir değindirme maksadıyla keza 1789-1801 aralığındaki Mısır Seferi bunu doğrular. Ne şekilde doğrular? Napolyon bu seferi gerçekleştirirken yanına arkeologları da almıştır. Rönesans döneminden itibaren koleksiyonculuk modasının başlaması ancak bu koleksiyoncuların hanedan üyeleri tarafından sınırlı olması neticesinde meydana gelen “Nadire Kabineleri” olgusuyla en kıymetliye bnen sahibim dolayısıyla en yüce egemenlik bendedir anlayışı Napolyon’un milli duygularında yer edinmiştir.
Arkeologların yanında bulunmasının sebebi de bu bilinci diri tutarak Fransa’yı bir Müze İmparatorluğu haline getirmek olduğunu da söyleyebilirim. Nitekim bunda başarılı oldu. Ölümünden 9 yıl sonra 1830’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki Dikilitaşı Fransa’ya hediye etmesi, Fransa’ya bu taşı taşıyan gemi kaptanının “kıymetli eserlerin değerinden haberleri bile yok” mantığıyla hareket etmesi ve bu tip çıkarımlarla emperyalizm rotasını Cezayir’in doğusuna kaydırmaları örnek gösterilebilir. Milliyetçiliğin böyle etkilerinden de bahsetmek gerek. Ezberler işimize yaramaz. Ezberleri bozmak gerek. Zira Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın böylesi mesnetsiz tutumu alelacele olarak Osmanlı’da ilk hukuki düzenlemesi 1869’da gerçekleştirilen Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin hazırlanmasına sebebiyet verdi. Osman Hamdi Bey’in bu atağındaki gizil ve geçmiş etkenlerden biri de bu tip hediyeleşmelerin yeraltındaki kültür zenginliğinin hiç uğruna harcanabiliyor olmasından dolayıdır. Asar-ı Atika Nizamnamesi’nin özelliği “Osmanlı topraklarında keşfedilmiş yahut keşfedilmemiş her şeyin Osmanlı’ya ait olduğunu” vurgulayan bir yasadır.
Avrupa’daki etki alanı böylesi geniş olan milli tutumun oluşmasında, halkın içindeki duygusal cesarete gelinceye kadar bir takım gelişmelerin tamamlanması gerekmekteydi. Mesela -en önemli olanı- geçmişlerinde bazı klikler yani ticari lonca ve kendi içinde hukuksal, yasaya dayalı oluşumlarda sistemin nasıl yürüdüğünün tadına bakmış olmalarıdır. En ufak şekilde bile burjuvazi sınıfının ucundan tutturabilmenin hazzı başka oldu. Bunun devamında ulus bazlı devlet isimlendirmelerine gidilir. Damağa değen bu leziz yönetsel vesayet hakkını o süreden itibaren bırakmamak için günümüzde bile her yerle mücadele ediyorlar. Bugün istedikleri yerde “kendi güvenlikleri” söz konusu olduğunda terör eylemleri organize edebilirler. Onların bakış açısıyla tehlikenin odağını değiştirmek, tehlikeyi zayıf düşürmek ve savuşturmak olarak algılandığını düşünüyorum. Yani bu bir iç savaş olarak bile olabiliyor. Ancak Kaddafi “Avrupa’da niçin terör eylemleri yok?” diye sorduğunda koalisyon saldırısıyla hükümetini devirebiliyorlar ve bir Afrika Birliği Üyesi devleti ortadan üçe bölebiliyorlar. Muammer Kaddafi bu birliğin (2009-2010) Başkanlığını da yürütmüştür. Ve 1 yıl sonra öldürüldü. Maalesef bu da onların kendini savunma yöntemi. Ama her zaman geçerli olan bir kuralı söyleyelim “gelişen sen olmadıkça işgal edilirsin”.
Bu tutku (milliyetçilik) en geniş anlamıyla ulus temelli anayasal düzenleme ve en dar anlamıyla da yükselişe geçen orta sınıfın hakimiyeti şeklinde yorumlanabilir. Bu kesim her ne kadar orijini kendisi olan düzenlemeleri isyan etmek gibi basit bir eylemle bir fenomen haline getiriyor olsa da bana göre, okuduklarıma göre bağımsızlık rüyalarını veya egemen milliyetçi duruş vizyonlarını tek başlarına başarmaları pek mümkün değildi. Bu yüzden Monarşilerdeki milliyetçi tutumu benimsemiş prensleri ve kralları bu insanların desteklediğini görebilirsiniz. Genel geçer şekilde değil. Olabildiğince fanatik vaziyetlerde. Yani bu güce çevresel açıdan tekil anlamında erişemediklerini düşünüyorum. Şayet erişebilmiş olsalardı bugün çok daha farklı olurdu.
Milliyetçiliğin en şiddetli varoluşsal sancıları Almanya ve İtalya’da gerçekleştiğinden bahsetmiştim. Frankfurt Meclisi’nin Almanya’ya konuyu nasıl taşıdığına değindikten sonra sıranın İtalya’ya gelmesi gerekiyor. Bu hedeflerin milliyetçilik neticesine ulaşabilmesindeki etken rol ağırlıkla Pidemont[6] ve Prusya örneklemlerinde olan “yükselişe geçmiş” egemen anlayışın bu iki ülkenin entelijansiyası[7]tarafından da hor görülmeksizin makûl yanlarının desteklenmeye başlanmasıyla ilgilidir. Daha da açmak gerekirse İtalya’da Guiseppe Gabrialdi’nin yolu İtalyan aydınların desteğiyle açıldı gitti. Almanya’da ise Almanya’nın izlediği politika bazında (Bismarck otoritesi) asla liberal milliyetçilik açmazına düşmedi. Çünkü politik başarıların yerli konjonktürde seyretmesi buna izin vermedi. Kadrolar bu yönelimde şekillendi. Farklı fikir akımları elbette ki doğdu (I. Dünya Savaşı’nda Weimar’a giden süreç en iyi örnektir) ama genel çehreyi bozamadı. Yani Almanya’nın günümüzdeki ve geçmişinde 1900’lerdeki üniter varlığı Bismarck’ın her şeyden önce 1866’da Avusturya’yı sınırlandırması ardından 1870 ve 1871’de giriştiği Sedan Savaşı’nda Fransa’yı yenen Prusya Ordusu’nun başarısına borçludur.
1866’daki kırılma noktası Prusya-Avusturya Savaşı’dır. Burada savaşın genel seyri haricinde Bismarck’ın politikasından bahsetmek önemli. Bismarck savaştan 3 ay önce gerçekleştirdiği İtalya ittifakıyla Avusturya’yı açıkça kıskaca almıştı. Dolayısıyla Avusturya-Prusya savaşının bir taahhüt altında olduğunu belirtmek gerekir. Ayriyeten 2 sene önce II. Schleswig Savaşı’ndaki durumun da artık çok değiştiği 1866’daki savaşı bitiren Prag Barış Antlaşması’yla müstesnadır. Bunun sağlamasını böyle yapabiliriz. Bu barışta Demir Şansölye Bismarck’ın Avusturya’yı Bohemya dahil olmak üzere bölgede ikinci plana itme arzusundaki amaç Alman dendiğinde sadece kurulacak Almanya İmparatorluğu’nun akıllara gelmesini istemesidir. Yani Alman varlığının tek hami gücü, kollayıcı kanadı biziz (onlar) demeye getiriyor. Bu sebepten dolayı da Habsburgların Alman egemen siyasetinden tamamıyla dışlandığı olgusuyla beraber bu mefkurede yalnızca egemen gücün Prusya Krallığı ve tabi 4 yıl sonra var olacak olan Almanya İmparatorluğu’nun olacağına değinmekte. Geçtiğimiz yazıda “kimin milliyetçiliği?” diye bir soru sormuştum. Yavaş yavaş bu soruya yanıt aramaya başlayacağız. Hazır olun.
Bu olayların çevresel etkisiyle beraber milliyetçi tutumdaki siyasal ortam liberal ve muhafazakar milliyetçilik gibi kavramların da oluşmasını tetikledi. Gelecek yazılarda işleyeceğim muhafazakar milliyetçilik ve liberal milliyetçilik odaklarının birbiriyle politik hedef açısından kesiştiği noktalara Prusya’nın nasıl oldu da düşmediğinden dolayı saf ve doktrini sağlam ordu koca bir Alman rüyasını gerçekleştirebilmekte dönem, dönem haiz olabildi? Sorusunu yanıtını arayacağım. Bunun beraberinde getirdiği (19.asır) milliyetçilik algısı tam anlamıyla kitle iletişim araçlarının da etkin kullanılması sonucu Bir çok basamakta ulus devlet ve organik toplum inancına kapı araladı. Önce milli bir uyanış için ulusal tarih kazıcılığına, ardından aralıksız üretilen vatansever şiirlerin arttırılan sayısına, bayrak anlamının ve ulus üzerindeki algısının restore edilmesine ve inancına, halkçı edebiyat ürünlerinin artmasına, şuurları gıdıklayan milli törenler ve ulusal bayramların iş hayatındaki “tatil” gerçekliği ile oluşturulan sembollerin yaygınlaşmasıyla hakikaten en mükemmel haliyle bir halk hareketi olmayı böyle başardı. 1 yüzyıl önce sadece isyankâr eylemlerle gündeme gelen insanlar sadece 100 yıl kadar sonra süzme, süzme gelmiş kültürlerini yazarak, çizerek anlatmaya başladığında, örgütlenmeler yoluyla başlatılan organize enformasyon çalışmalarıyla birkaç kademe daha yükseltebildiler. Artık savaşların gerekçeleri bile değişti.
Kitlesel siyasetin ana konuşma konusu haline gelmesi de ilkokulların yaygınlaştırılması ve zorunlu hale getirilmesiyle okutulan kitapların, sıklıkla güncellenen müfredatın ve genişletilen tarih derslerindeki ulusal yaklaşımların büyük bir etkisi olarak artık istenilen noktada çekirdekten yaygınlık kazanabildi. İşte bu tarihte (1878) milliyetçiliğin yapısı da kökünden değişti. Adolf Hitler’in bile kendisine içtimai olarak malzeme ettiği konu tam da budur. Avusturya’nın ezik milliyetçi tavır takınıyor olmasıdır. Dizginleri Alman İmparatorluğu’na tam olarak vermemesidir. Alman İmparatorluğu’nun savaşı kaybetmesindeki iki sebepten biri budur der. Diğeri de kesinlikle II. Wilhelm’e karşı generallerin itaatsiz davranması ve uyuşuk hareketleridir. Kendi iktidarında bu iki problemi nasıl çözdüğünü biliyoruz. Avusturya’yı 12 Mart 1938’de anschluss (bağ) yoluyla kendisine entegre etti. İtaat problemi olabileceğini düşündüğü generalleri ise tasfiye etti. Bir adım daha ileri giderek Von Popen gibi isimlerle diktatoryasını kurduktan sonra benzer tasfiyeleri gerçekleştirmesi adına Reichsbank’ın başkanını değiştirerek yerine getirdiği Dr. Hjalmar Schacht sayesinde burada da antisemitist yaklaşımlarını sürdürdü. Çeşitli suikast girişimleriyle de zaten 1945’e kadar bir çok karşıt generali ömrünün sonunda bile temizledi. Bunlardan bir kaçı da Ludwig Beck, Henning von Tresckow, Claus von Stauffenberg, Frederich Fromm, Hans Oster gibi isimlerdir. 20 Temmuz baskınıyla yok olanlar gibi geçmişte 1937’de Berlin SportPalas’ta SS Üniformasıyla yakalanan ancak kim olduğu bilinmeyen birinin düzmece ordu yapıştırmalı suikastlerine kadar temizlik süreci uzanıp gitmekte.
Almanya’da Hitler’e gelinceye kadar oluşan atmosferde daha silahsız şekilde gelişen milliyetçilik düşüncesi bağlamında artık bu bahsi geçen (halk) insanlar üniversiteler kazanmaya başladı. İlkokulda geçmişiyle gururlanan küçücük çocuklar yıllar sonra Alman ideologları olarak Profesör oldular. Filoloji okudular. Tarih okudular. Hatta Türkoloji okudular. Albert von Le Coq, Karl Heinrich Megnes gibi. Üniversitelerde milli birliğin önemini daha iyi anlatabilmek için çeşitli kitaplar kaleme aldılar. Hakimiyet teorileri ürettiler. Ve zamanla ülkelerin yönetsel kadrolarında, bürokraside yer edinmeye başlamaları, aile geleneği olarak gen aktarımı gibi zihniyet aktarımının noksanlıklar ile birlikte aktarılması aynı yüzyılda baskıcı grupların oluşmasını ve sosyalist toplulukların, işçi sınıfının kendisini bir silkinişe sürüklemesini sağladı. 19.yüzyıl için “millet inşası dönemi” diyor olmamdaki sebep koşulsuz hâliyle bu yüzdendir. Çünkü bu örneklemlerde olduğu gibi bizde de sosyalist akım II. Meşrutiyet’in hemen sonrasında cereyan etmeye başlıyor. Yani hemen hemen aynı dönemde hem Almanya’da hem de Osmanlı’da bu koşulda bir çağdaşlığın yaşandığını belirtmeliyim. 1910’da Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu örneğin. Kurucusu olan Dr. Refik Nevzat aynı zamanda Beşeriyet adında tamamen sosyalist güdünün kaşıyıcılığını yapan yayın organı kurdu. 26 Şubat 1910’da İştirak dergisi kuruldu. Burada da fikir beyanatları bulunuyordu. Hüseyin Hilmi’nin (İştirakçı Hilmi’nin) ne yazdıklarını bir okuyun. Gayet o dönem için ciddiye binen ifadeleri, paragrafları, metinleri var. Akabinde Almanya’da dış politikaya takoz olmaya başlayan sosyalist kesim (onların gözüyle böyle görülüyordu) bizde de Meclis-i Mebusan’da Meşrutiyet ilanıyla fikirlerini temsil hakkı elde ettiler. Temsilcilerin içerisinde Sivas mebusu Doktor Nezaret Dagavaryan, Selanik Mebusu Dimitar Vlahof ve Erzurum’dan V. Serengülyan gibi ermeni vardır. Lise kitaplarımızda Meclisi sürekli doğuda bölücü ermeni devleti kurulmasını tasvip eden isimler var deniliyor. Ama bir türlü o isimlerin kim olduğu nereden olduğu ne fikir akımıyla orada temsil olunduğu söylenmiyor. Bunlar o isimlerdir. İsmini şimdilik vermeyeceğim doktora tezinin tamamıyla incelenmesi sonrasında bu konuyu genişletmek istiyorum.
Avrupa’yı Bitirirken…
Avrupa ile bu bağlamda Osmanlı’nın çağdaşlık göstermesi, sosyalizmin palazlanmaya başladığı kısa dönemde sosyal devrim ve evrensel açıdan uluslararası işçi sınıfının teatisi fikirleriyle tecessüm boyutuna ulaşabildi. Bu noktadan sonraki ilerlemesinde sosyalizmin merkezindeki meydan okuyuşunda milliyetçilik oturmaya başladı. Buna göre karşı koyuşun ana faktörü olan milliyetçiliğe sosyal bütünlük ve düzene bağlı istikrar kavramlarıyla mücadele etme kararı aldı. Bu karar sonrasında sosyalizmin ilk etaptaki var oluş mücadelesi yani güzergahı böylelikle çizildi. Mao için de bu aynı oldu Lenin için de aynı oldu. Önceki paragraflarda Weimar Cumhuriyeti’ne giden süreçte sosyalist hareketlerin etkisi de bulunuyor demiştim. 1918’de Almanya’nın içte patlama potansiyeli yüksek olan isyanın temel ittirgeçleri de yine sosyalistlerdi.
Bu konjonktürde karşımıza çıkan konu, ne şekilde olursa olsun güçlü işçi sınıfını kendisiyle bütünleştirme çabası içerisine giren milliyetçi izlekçiler, sosyal yapıyı ancak bu surette koruyabileceğini düşündüğü gibi “vatandaşlara” sosyalistlerin vaat ettiği kazanımları kendisi karşılayabilirse bu tehdidi ortadan kaldırabileceğini düşündü. Artık milliyetçilik gazı Avrupa’nın siyasi gelişim gösterdiği dönem itibariyle ağırlıkla demokrasinin ve siyasi özgürlüklerin sembolik bile olsa temsilcisi olma zorunluluğunu kendisinde hisseti. Ama yine de olan bu gelişmeler maalesef hissedilen boyutlarda olmadığı gibi zafer yalnızca orduya mahsustur denilerek askeri ve siyasi başarılarda ordunun ezici gücünden yararlanmak büyük önem taşıdı. Az önce Prag Barışı sonrası Bismarck’ın Almanya politikasında Habsburg sülalesinin kökten dışlandığından bahsetmiştim. Tam da bu konuda İmparator II. Wilhelm’in orduya dayalı güç kazanımı görüşünde Avusturya İmparatorluğu doğrudan merkezde yer almaya başladı. Avrupa’da Alman varlığını güvene almak istiyorsak birlikte hareket etmeliyiz diyerek Arşidük ile olan ilişkileri çeşitli imtiyazlar neticesinde geliştirdi. Bismarck’ın yükseltici kusursuz siyaseti böylelikle II. Wilhelm’in hamleleriyle son buldu. Sedan Savaşı’ndan sonra (1888) Kayser olarak İmparatorluk dizginlerini eline aldığında bu Almanya-Avusturya işbirliğine engel olan Bismarck’ı ortadan kaldırdı. Yani Almanya’nın denge politikasından vazgeçerek İngiltere ile sömürge yarışına girmesi beraberinde iç dinamikleri de bozdu. Böyle bir ayrımdan da bahsetmek gerek. İşte tam da bu manevralara açık tarz milliyetçilik, beraberinde şovenizm ve yabancı düşmanlığını da peşinden getiren bir ideoloji olmaya başladı. Vermiş olduğum örnekle manevra açısını görebilmiş olmalısınız. Yabancı düşmanı odaklı bir ideoloji olmaya başladığında bu akımın destekçileri için artık her millet, diğer milletleri yabancı, güvenilmez, sahtekâr hatta tehditkâr görürken, kendilerini biricik haklı güç ve üstün olarak algılamaya başladı. Burada bir suç yükleme gibi durum olmadığını belirtmeliyim. Algıların yönetilmesi de söz konusu. Mesela sivrisinek hassasiyetiyle ve örümcek ağı mantığıyla merkeze kendisini koyan İngiliz emperyalizmi ve kapitalist görüşü milliyetçiliği perçinleyen, bu görüşe haklı sebepler var etmesini sağlayan işlere imza atmadı mı? Londra’ya entegre edilmiş bankalar, Doğu’da Hollanda üstü bir ticaret hakimiyeti ve dev sömürgeler, koloniler, kauçuk üretiminde tekelleşme ve Avrupa sanayi hammadde ihtiyacındaki bağlılığın kendilerine olmasıyla gelen hammadde entegrasyonu, ihracat odaklı dış hakimiyet çabaları, deniz aşırı topraklarda güvenliği tahsis etmek için elçilikler vasıtasıyla baskı kurma, zoraki ve kasıtlı kültürleme çabaları… kimden çıktı bunlar?
Halkın duyduğu rahatsızlıklara istinaden gelişim gösteren milliyetçiliğin kazandığı bu yeni iklim, 1870 ve 1890’lardan sonra sömürgecilik tabanlı, üstün merkeziyetçilik tavanlı bir yapıya büründü. Bu yapının getirisi de diğer her yerde potansiyel olarak varlığını gösterebileceği gibi Dünya nüfusunun büyük bir kısmını hiçbir engel olmaksızın Avrupa’nın kontrolüne girmesine yardımcı oldu. Yani bu kadar uğraş sonunda bu meyveye ulaşamayacak olmalarını sanmak basit ve en kibar tarifiyle ahmaklık olurdu. Tüm bu olanlar düşünüldüğünde holistik açıdan bakıldığında Avrupa’nın “niçin böyle” olduğu anlaşılıyor olunmalı. Böylesi bir iklimin en nihai sonucu olarak da milliyetçilik kazanımı, kitlelerin sürüklendiği algılar sonucu uluslararası kuşku ve rekabet duygusunun uyanmasını sağladı. 1914’teki I. Genel Savaş düzenine giden sosyolojiyi bu dehledi. Afişler, propaganda yayınları, doğrudan gazete ve dergilerde artık körüklenen halk inceldiği yerden kopmasını bekler hâlde buldu kendisini.
Birinci Genel Savaş’ın sonunda Avrupalı tarihçilere ve siyaset bilimcilere göre Orta ve Doğu Avrupa’nın paylaşılan topraklarının dışında kalan üniter bölgelerde millet inşasının artık başladığı söyleniyor. Savaşın getirisi olarak bu görülmekte. 1919 Paris Barış Konferansı’nda özellikle ABD Başkanı W. Wilson’un “self-determinasyon” ilkesini savunmuş olması aslında bir ikinci genel savaş düzeninin de oluşmasına bir işaret olarak kabul edilebilir. Çünkü burada ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinden bahsedilse de farklı açılardan yorumlandığında “ulusların birleşmesi” anlamı da çıkarılabilir. Önceki yazıda self determinasyonun neden mümkün olmayacağını anlatmıştım. Şimdi ise bu ilkenin ulus birleşmesini yanlış etkiyle tetikleyebileceği ana malzeme. Mesela Alman, Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorluklarının dağılmasıyla Finlandiya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya ve Yugoslavya olarak sekiz yeni devlet ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu yeni ülkeler geçmişlerindeki isyan ateşiyle kavrulan bağımsızlık düşüncesini kabaca bu şekilde elde etti. Ancak Macaristan’ın bağımsızlık sürecinde haksızlıklarla ve usulsüzlüklerle dolu müzakerelerin neticesinde asıl hak sahibi olduğu kültür mirasıyla birlikte öz sahibi olduğu bir çok toprak komşuları arasında paylaştırılmıştır. Paylaştırılmadan en büyük payı her açıdan Romanya aldı. Transilvanya’nın Romanya’ya verilmesi gibi. Trianon Antlaşması’yla Macaristan, Transilvanya dahil olmak üzere doğal sınırlarının %75’ini kaybetti. Macar nüfusunun %55’ini, ormanlık arazilerinin %84’ünü, demir madenlerinin %80’ini, bakır, altın, gümüş, tuz madenlerinin ise tamamını kaybetti. Son 500 yılının mimari eserlerinin kültür bakiyesiyle birlikte %65’ini kaybetti. Günümüzde Romanya sınırları içerisinde listelenen kültür abidelerinin, binaların %80’i yine Romanya’da kaldı. Romanya doğumlu yazarların, ressamların ve bilim insanlarının %46’sı Macar kökenli olarak Romanya’da dünyaya geldi. Böyle örnekler dolu. Ve ben buradan şu sonuca ulaşıyorum: “Dünya’da yeniden bir kargaşa oluşması istenirse kesinlikle geçmişinde özlerinden abuk subuk metinlerle koparılmış insanların milli duyguları yüzünden çıksın”.
Bu yeni ülkeler var olan milli ve etnik grupların coğrafyasına uygun olarak milli devletler halinde dizayn edildiğini söyleyebiliriz. Bunların yanında I. Genel Savaş her ne kadar ulusal çözümsüzlükler dolayısıyla çıkmış olsa da bu problemleri ortadan kaldıramadı. Kazanan tarafın elinde aslında hiçbir şey olmadı desem hiç abartmam. Gerçek yönleriyle bakıldığında (kağıtta kazananları tatmin ettiği kadarıyla) barış antlaşmalarının şartlarının getirdiği bozgun ve belirsizlik temalı hayal kırıklığı yerini hızla şaşkınlık, hırs ve acıyla yoğrulmuş intikama bıraktı. Mesela bu savaş her ne kadar 1918’de bitti ve artık 2 yıllık Barış Antlaşması masası kurulma sürecine girişildi denilse de 1918-1920 arasında oldukça şiddetli gelişen İkinci Polonya Cumhuriyeti- Batı Ukrayna Halk Cumhuriyeti savaşı gerçekleşti. Mareşal Josef Pilsudski’nin ulus anlayışıyla fitilini yaktığı bu mücadele I. Genel Savaş’ın sonucunun yeni ulusal problemlere gebe olduğunu çoktan belli etti. Ama yine de ne ABD ne İngiltere ne de Fransa bu konuda bir tedbir almadı. Olası bir savaşta sanki sonucu belli bir zafer elde edeceklerinin rehaveti içindeydiler. Bu durum en açık bir biçimde, iki dünya savaşı arasında emperyal politikalar uygulayarak ulusal gururu tamir etme sözüyle iktidara gelen faşist ve otoriter hükümetlere sahip olan Almanya, İtalya ve Japonya’da kendini gösterdi. 1918’den 1939’a giden kısacık dönemde demiliterize olması gereken halk zihniyeti bu tip antlaşmalar ışığında aksi şekilde üst düzey paramiliterize olmaya devam etti. Zorla silah bıraktırılan Almanya’da hızla silahlanma gerçekleşti. 20. Yüzyılda artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı anlaşılıyordu. Almanya’da Yahudi odaklı başlatılan cadı avında Hitler’in korkuttuğu Yahudilerden bir kısmı da Koenigstein ve Caribia adlı gemiler sayesinde Venezuela’ya sığındı. Jose Eleeazar Loper Contreras başkanlığında idare edilen Venezuela’nın bu sığınmacıları kabul etmesiyle Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya yönelik Yahudi göçü de böylelikle sağlandı. Yani günümüzdeki İsrail sınırlarına olan Yahudi akınını hızlandırdığı iddia edilen Hitler, öteki yandan da ABD’ye Yahudi göçünü hızlandırdı. Bu iddiaya her zaman çift taraflı bakmayı tercih ediyorum. Ne de olsa büyük oynamayı tercih edenler ne pasta eksiksin isterler ne de payları azalsın isterler.
Her açıdan ucuz hamasetten uzaklaşmış şekilde bu konuyu anlatmaya devam edeceğim. Atatürk’ün Türk milliyetçiliğinin bu topraklarda faşizme dönüşmemesi adına aldığı önlemleri de bir sonraki yazıda ele alacağım.
Selamlarımla…
Mertcan ABBASOĞLU
[1] Mesela Nazilerde olduğu şekliyle dejenere olmuş toplumsal bakış açıları yüzünden milliyetçi söylemle başlatılan Yahudi karşıtı propagandaların faşist boyutta Holokost’a dönüşmesi gibi.
[2] 1848 tarihinde açılan bu meclis, ihtilaflı görüşmelerin sonucunda sancılı bir şekilde oluşturuldu. Frankfurt Anayasası’nda parlamenter demokrasiye dayalı bir Alman İmparatorluğu esintisi bulunmakta. Dolayısıyla liberal ve milliyetçi hareketlerin taleplerini aynı anda karşılaması pek mümkün değildir. Bu sebeple temel haklar için zemin hazırlanırken, bu mecliste Metternich’in restorasyon politikasına bir direnç gösterilmek suretiyle milli duyguların ön plana çıkarılmasıyla oluşturulduğunu söyleyebilirim.
[3] İtalya 1861’de üniter bir devlet olarak siyasi birliğini tamamlama adına ilk adımını attı. Sardinya merkezli gerçekleştirilen bu hareket 1870’de Roma’nın da birliğe dahil edilmesiyle sonuçlandı ve günümüzdeki İtalya ortaya çıktı. Aynı yıl Prusya’nın da kaderi değişti. 39 devletçiğin birleşmesiyle var olan bu yapı üniter açıdan bir Alman Devleti olmayı Fransa ile giriştiği Sedan Muharebesi’ni kazanmasıyla elde etti.
[4] Amatör çünkü ilk örnekleri organize olunarak gerçekleşmedi. Bir hedef bulunuyordu. Bağımsız olmak. Bu yolda her şeyi denemek bir plan dahilinde yapıldığı anlamına gelmez. Entegrasyon ve enformasyon örneklerinin görülerek “bağımsızlıklarını” kazanmış ulusların sayısı azdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve Türk Ulusu’nun hâkim kurucu unsur olması plan ve hedef stratejiler dahilinde gerçekleşti. Bunu görmek mümkün. Ancak doğudaki ermeni kesiminin bağımsızlığı birilerinin izni dahilinde gelişmiştir. Gürcistan ile giriştikleri Lori bölgesi için yapılan savaşı (1918) güç yönetiminde başarısız olduklarından dolayı aslında kaybetmeleri fakat 1919’da İngilizlerin arabulucu tavırla olayı sonuçsuzluğa sürüklemesi Ermenilerin o bölgede idealist değil sadece bir heves uğruna bulunduklarının bir kanıtıdır. Bir süre sonra da zaten işgal edildiler.
[5] Tepeden indirmecilik diyebiliriz.
[6] Piyemonte Krallığı olarak da söyleyebiliriz. Sardinya-Pidemont krallığı olarak da anıldığı bilinir. 1861’e kadar varlığını bölgesel devam ettiren ancak bu tarihten sonra birleşik İtalya Krallığı’nın kurucusu olarak bilinir. İtalya Krallığı’nın ilk Kralı ise Sardinya Kralı’nın oğlu Carlo Alberto Savoia’nın en büyük oğlu II. Vittorio Emanuele’dir.
[7] Aydınlarının