TEŞEKKÜR
Öncelikle tüm hocalarımı, okurlarımı, sevenlerimi, dinleyenlerimi, üzerimde emeği olanları ve beni eleştirenleri en içten şekilde selamlarım.
Yazarlık hayatımın başlarındayım. Alanyazım gereği Sosyal Bilgiler ve Sosyal Bilimler arasındaki ayrımdan beslenerek toplumların sancılarını, parlak zamanların darlıklarını kaleme alan bir Mertcan’ım. Dolayısıyla benim kim olduğumdansa ne zamandan beri ne yazıyor olduğumu ve ne şekilde yazmaya başladığımı merak edenlerin merakını gidererek artık Dirim Gazetesi’nde olduğumu belirtmek isterim.
Ucuz hamasetten uzak şekilde hayatımın son 3 yılı itibariyle fikirlerimi ve birikimlerimi çeşitli mecralarda, platformlarda monoton bir anlatım yerine yorumlayarak kaleme aldım. Ve bunu yaparken asla yorulmadığımı, geri adım atmadığımı fark ettim. Yazabilmek için okumak gerektiğinden bazı zamanlar inzivaya çekildiğim de oldu. Ama nihayetinde tüm benliğimle, tüm Mertcan’lığım ile hakikaten zevk aldığım işlerle alakadar olmanın şevkine ulaştığımı anladım. Ucuz ve düşmanca yazmak yerine bir şeyleri mutlak suretle çapraz okumalar üzerinden anlatabilmek… Evet, gerçekten de benim için önemli olan böyle bir çizgide devam etmektir.
Öyle ki zaman içerisinde yazı yazmayı sevdiğimi anladığım 12’li yaşlarımdan itibaren bu serüvene günlük tutmakla başlamıştım. Ben günlüğüme o gün başımdan geçenleri klasik bir anlatımla birkaç cümle ile özetleyerek bir muamele etmiyordum. Genç yaşlarımda haber izleme alışkanlığı kazanmış olmam hasebiyle tek tük olsa dahi günlüğümde de o zamanlarda olan bitenlerin çocuk aklımla olan yorumları yer almaktaydı. O günlüğün üzerine halen daha yazmaya devam ediyorum. Tüm defteri numaralandırmıştım. Çift sayı olanlara yazı, tek sayı olanlara şiir yazıyordum. Benim hikayem küçük bir odada bir uçlu kalem ve adına “günlük” dediğim bir defterle başladı. Bilgisayar sahibi olduktan sonra da üniversite yıllarımın başlarında ders notlarımı yorumlayarak dijitale aktardığım, öğrenci mantığıyla açılmış kişisel blog sayfamla devam etti.
İlerleyen süreçte büyük emeklerle diğer yazarlar gibi katkıda bulunduğum Diplomasi Türk Gazetesi’nde artık bilimsel araştırma ilkelerine uygun makaleler ve haftanın önemli gelişmelerini ele aldığım konulara dair haftalık köşe yazıları kaleme almaya başlamıştım.
An itibariyle de bu serüveni Dirim Gazetesi’nde devam ettirmek nasip oldu. Gazete genç ve dinamik bir gazete. Omurgalı gençlere her daim kapısını açık tutan Dirim Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Onur BEYHAN beye ve ekibine teşekkürlerimi sunmak isterim. Küçük kardeşlerime ve yaşıtlarıma da naçizane tavsiyem suni ihtiyaçlarınızın değil, hoşlandığınız uğraşların peşinde terleyin ve yorulun olacaktır.
Dirim Gazetesi’nin adıyla müstesna olduğu konu bugün kaleme alacağım yazımla da doğrudan ilintilidir. Dirim TDK’ya göre birincil anlamıyla “yaşam, hayat” demekken, ikincil anlamıyla “yaşam gücü” demektir. Yaşam gücü bizim anahtar kelimemiz olacak. Bu kelimenin maddi ve manevi boyutlarıyla kökenine ve gelişimine dikkat çekeceğim. Pek tabi bugün “milliyetçiliğin” dosyasını açacağız.
İdeolojilerin anası, atası, yaşam gücü olan millet kavramı üzerine inşa edilen milliyetçilik sahiden neydi? Nasıl bir perspektifi vardı? Çok da geriye gitmemek suretiyle milliyetçiliği Batı nasıl tanımlıyordu? Peki günümüzü kimin milliyetçiliği şekillendirdi?
İşte bu minik birkaç yazı dizisinde bulabileceğiniz ana sorular yalnızca bunlardan ibarettir. Öyleyse gelin bu dosyaya birlikte bakalım.
MİLLİYETÇİLİĞİN KÖKLERİ
Bir kelime var. Bu kelimenin adı “millet”. Bu kelime olabildiğince büyülü bir kelime. Hangi asırdan (yüzyıldan) bu kelimeye bakıyorsanız anlamı da işlevi de o yönden değişik oluyor. Mesela milattan önceki dönemlerde ağırlıkla bir toplumda konuşulan ortak dil çerçevesindeki insanları nitelerdi. Zaman şeridini Herodot’tan sonraya ilerlettiğimizde tarihsel gelişimin ana faktörü olarak görülmeye başlanıyor. Dil konusu geri planda kalıyor. Zaman şeridini 1790’lara getirdiğimizde ve biraz daha ilerlettiğimizde artık bu kavrama güç bakımından bakmak ilkellik kabul ediliyor ve “kültür” kelimesi özelinde kültürel ortaklık anlamı atfedilerek güç ilkesi dahilinde millet kelimesi politize olmaya başlıyor. Dediğim gibi nereden bakıyorsanız oranın algısıyla görürsünüz. Çünkü göz görür, akıl okur. Her “milletin aklı farklıdır”. Ancak göz hepimizde olduğu için hiç değilse o aklı anlamaya çalışmak adına o gözü yorabiliriz. Bu kelimenin etimolojik kökeni 13.yüzyıla kadar geriletilebilir. Latincedeki “nasci” [1] kelimesinden türetildiğini belirtmek isterim. Zorlarsak biraz daha geriye gidebiliriz. Fakat oradan 13.yüzyıla gelmek epey bir zaman alır. O yüzden şimdilik akılları karıştırmadan nasci üzerinden gidelim. Latincede “nasci” kelimesi dünyaya gelmek yani doğmak anlamına gelmektedir. Ama bu bireysel bir adlandırmaydı. Yani bir toplumu yahut topluluğu[2] betimlememekteydi. Ama nasci kelimesinin yerini natio aldığında işte burada bir takım değişiklikler meydana geldi. Natio kelimesi “doğum yeri” açısından bir tanımlamayı ihtiva eder. Bu kelime aynı zamanda anlam bakımından doğum yeri itibariyle bir arada bulunan insanları da sembolize etmektedir. Ancak buradan “siyasi” bir çıkarım yapılmamalıdır. Öz haliyle siyasetten uzak tanımlamayla, hiçbir şekilde politik atıflara (etimolojik açıdan) mazhar olmamış yalınlıkla bu iki kelime ve anlamlandırma karşımıza çıkıyor. Politik şekillenmesi, halka indirgenmesi ve birleştirici özelliğinin siyasi araç olarak kullanılması ve bir enstrüman haline gelerek ayrıştırıcı tohum olarak silah haline getirilmesi oldukça sonraki dönemde meydana gelecek. Yani filozoflardan sonra politikacıların bu kelimeyle uğraşmaya başladığı 17.yüzyıldan sonra politik anlama yükseltilecektir.
Büyük çoğunlukla 18.yüzyılın son çeyreğine doğru bu kelime siyasi bir ton taşımamaktaydı. Büyük bir imtina ile böyle bir hadiseye alet olmaması açısından ayrı bir gayret gösterilmiyordu. Çünkü bu kelimenin henüz büyüsü keşfedilmemişti. Ama siyaset bir papaz sayesinde bu kelimeyle tanıştı. Evet milliyetçilik kavramını siyasete esasında bir papaz olan Augustin BARRUEL bulaştırmıştır. Milliyetçilik ile ırkçılık da sıklıkla karıştırılan ikilidir. Papazın anlayışıyla kullanımı farklı. Irkçılık konusuna daha sonra geleceğiz. Fransız Papaz Augustin, bu kelimeyi Jakobenlere karşı olduğu için dile getirmiştir. Papaz bir Cizvit olarak aynı zamanda gazeteci kimliğini de üzerinde taşımaktaydı. Güçlü bir eleştirmen olduğu gibi yaşadığı bölgeni eşrafı tarafından okunan ancak pek de haz edilmeyen bir tipteydi. Çünkü kaleme aldıklarıyla yaptığı şeyler biraz örtüşmemek kaydıyla ürkütücü geliyordu insanlara. Çünkü Jakobenlikle birlikte gelecek olan komplo teorileri üretmekle ünlenmişti. Masonlardan ve Okültizmden sıklıkla bahsetmekteydi.
Papaz August Barruel tarafından politikanın göbeğine fırlatılan bu kavram 19.yüzyılın ortalarına geldiğimizde çok hızlı bir değişim ve dönüşüm geçirerek müthiş[3] derecede siyasi bir enstrüman veya yerine göre propaganda doktrini olarak kullanılmaya başlandı. Bu esen rüzgarları ciddi derecede değiştirmeye muktedir bir kelime haline geldiğinin bir göstergesidir. Çok kısa bir süre içerisinde yerdeki taşın kaya olması gibi inanılmazlık örtüsü ile çevrelenmişti. Mesela 1848 devrimleri olarak bilinen hadiseler zincirinin temelinde “milliyetçilik” yatmaktaydı. Peki neydi 1848 devrimleri?
Avrupa’nın muhtelif yerlerinde ortaya çıkan bir dizi ayaklanmayı kapsadığı söylense de aslında bu politize olmuş özgürlük hareketiydi. İç yüzünü okuduğunuzda, arka planını idrak edebildiğinizde bunu anlamamak elde değil. Çok ciddi bir dikkatle incelendiğinde bu ihtilallerden Çarlık Rusya ve Devlet-i Aliyye ile birlikte Birleşik Krallık etkilenmediyse de Fransa başta olmak üzere henüz siyasi bir bütünlük oluşturamayan Avrupa’nın en büyük yarımadası niteliğinde olan İtalya ve Polonya ciddi şekilde nasiplenmiştir. Bu kargaşa her ülkede farklı seyretmiştir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu özelinde incelendiğinde dev gösterilere sahne oldu imparatorluk. Mesela Viyana’da 1 yıl boyunca 4 kez hükümet değişikliğine giden idari boşluk dönemi yaşandı. Sırplar, Lehler, Hırvatlar, Slovenler, Çekler arasında hükümetlere karşı usanmadan bağımsızlık talepleri yinelenip durdu. Macarlar bu konuyu bir adım daha ileriye taşıyarak silahlı mukavemet göstermeye başladılar. Lajos Kossuth’un liderliğinde toplanan bu halk kurduğu hükümet çatısı altında Arşidük’ten bağımsız şekilde kaderlerini kendilerinin tayin ettiğini ilan ettiler. Yani bağımsız olduklarını haykırdılar. Bununla beraber İmparatorluk’un Çarlık’tan yardım talebi üzerine Macar lider ve direnişi mahvedilerek ortadan kaldırıldı. Budapeşte’de başkanlık kuran Kossuth ise Devlet-i Aliyye’ye sığınarak Kütahya’da yaşamıştır. Kossuth burada Macar Anayasası’nın taslağını da hazırladı. Kütahya’da kaldığı ev şuan Macar Evi olarak müzeye çevrilmiştir ve ziyarete açıktır.
Bu dönemde yaşanan ilerici gösterilerin Macaristan boyutu böyledir. Prusya gözüyle bakarsak Bismarck gibi bir zekanın aktif oyun sahasını nasıl geliştireceğini ve çok sevdiği devletini nasıl koruyacağının fikri ve eylemsel düzeneği yine bu dönemde belirginleşti. Mesela Bismarck demokratik ve özellikle liberal fikirlerin yıkıcı tesirlerinden kurtulmanın çaresini ararken aynı zamanda 1871’e kadar uzanan dönemde Alman milliyetçiliğinin doğuşuna sebebiyet vermiştir. Parlamenter düzenin gittikçe emperyal anayasalara dönüşüyor olması yahut demokrasi adı altında Avrupa için yayılmacı ve etki alanını genişletmeye yönelik tehdit boyutuna ulaşması Prusya açısından Bismarck siyasetinde büyük tehditti. Prusya’nın çelik hayallerle bezenmiş insanları ve politikacıları tahlil edildiğinde iki taraflı flüt oldukları apaçık ortadadır. Bir yandan güven verirken diğer yandan çok sevdikleri ülkeleri için gözlerini kırpmadan etrafını kana verebileceğini görebilirsiniz. Pek çok defa da tehlike çanları Almanya için çalmaya başladığında sonucu görmeden harekete geçenler pek tabi yine Almanlar olmuştur. Diğer yandan Bismarck her ne kadar demokrasiye dayalı işbirlikçi çözümler üretmeye eğilmiş olsa da muhafazakarlık ve ağırlıkla militarizme yönelik eylemleri kendisi ölmeden önce Alman milliyetçiliğinin meşale olmasına neden oldu. Papaz Augustin’in bir kalemle çekip attığı masum “millet” kelimesi 1870’lerde Hohenzoller sülalesinin genişleme ve ahlaksal güç edinme serüveninin en önemli yapıtaşı olacaktır. Bu tartışmaya kapalı şekilde böyledir. Şuan için dahi Almanya’da her ne kadar burger yemekten obez olmuş Nazi sempatizanı genç varsa da içten içe ölmeyen ve tehdit anında gözü dönmüşçesine harekete geçebilecek insanların sayısı da azımsanmamalıdır.
Milliyetçiliğin asıl ve açık şekilde karşımıza çıktığı nokta kuşkusuz her şeyin düğümü olan Fransız İhtilali yıllarıdır. Siyasi ve otoriter sınırlar Avrupa genelinde Ortaçağ’dan sonra umumiyetle önce prenslikler ardından krallıklar olacak şekilde belirginleşti. Daha sonrasında ise karar verici mekanizma olarak Kral (yahut İmparator) en büyük söz kesici konumuna yükseldi. Devlet içerisindeki insanlar birer kümes içerisine tıkılmış tavuk olarak görülmekte ve bu tavukların karar vermede salahiyeti olmadığından doğrudan mal kabul edilerek varlıkları siyasi bir anlam taşımamakta idi. Siyasi veya milli kimlikleri yerine hanedanın bir malı olarak görülür ve ona göre muamele edilirdi.
Ama 1789’da yaşanan ihtilal Fransa’da 16. Louis’e karşı harekete geçen Jakobenleri tekrardan tarih sahnesine çıkararak daha öne ve çok uzun süredir halka edilen bu muamele şekli değiştirilmeye gayrete edildi. J. J. Rousseau yazılarında Fransız milleti diyerek içten içe tahrik edici ve eylemlere destek verilmesi adına Fransızları adeta fikri bir güdüleme içerisine çekmekte oldukça becerikli bir herifti. Rousseau’nun dediklerine bakarsak ihtilalden çok sonra ortaya çıkacak olan Self Determinasyon [4]kavramının Fransız İhtilali ile temellendirildiğini görebiliriz. Çünkü Rousseau sıklıkla özgürlük derken aynı zamanda kitlelerin harekete geçirilmesinden de bahsediyordu. Ve bu özgürlükçü -hissiyattaki- söylemlerin yerini artık yazılı metinlerin yer almaya başladığı Fransız Anayasası oluşum sürecinde önsöz olarak yer alması kaçınılmaz oldu. 1791 tarihli Fransız Anayasası’nda İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’nden demeçler alınarak önsöze eklenmiştir. Ve böyle bir iklimde insanlara daha önce üst kademeden yönetimde kulak asılmadığı düşünülünce ve birden “çıkın ve savaşın” çağrısı yapıldığında hiç sahip olmadıkları duygunun kendilerine -halka- bahşedilmesindeki sarhoşluğun etkisiyle sokaklara dökülen insanlar dev kıtanın tarihsel kaderini de değiştirmiştir. Bu yönden azımsanmayacak kadar yüksek etkiye sahip halk ayaklanması durdurulamayacak şekilde millet ve milliyetçilik kavramları dahilinde sıklıkla körüklenebilecek bir noktaya getirildi. Rötarlı bir uçuş gerçekleştirerek kronoloji imlecimizi 20. yüzyıla getirdiğimizde, bu yüzyılın başlarında yani 1914’te Lenin bu konuya parmak basmıştır. Kaleme aldığı “Ne Yapmalı?” başlıklı makalesinde her ne kadar proletarya üzerine dursa da halk ayaklanmasını tetiklemek adına insanların içlerindeki o “millet” kavramını gıdıklamıştır. En az 20 milyonu gıdıklayan bu harekete geçme dürtüsü Rusya’daki silah fabrikalarında da irili ufaklı grevlere giden sürecin mendireği haline geldi. Bu makale ve hitabet ardından “proletaryanın öncü gücü” olarak sıkı örgütlenmiş bir devrimci partinin kurulmasını talep etmekle parti ve işçi sınıfı arasında oluşturduğu kesin ayrılıkla ilk Marksist temel anlayışa karşı geldi. Bunun üzerine Troçki ( leon Troçki), Lenin’i “proletaryayanın Diktatörlüğü’nü” değil, “Proletaryaya Hükmeden Bir Diktatörlük” istemekle suçladı. Buna karşın Lenin, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (RSDİP) Brüksel’de toplanan II. Parti kongresinde oyların çoğunu toplayabildi. Her ne kadar Marksist bir ideolojiye hizmet ediyor olsa da ve bunu yorumlamaya kalkmış olsa da kitleleri harekete geçirmek için özlerini, benliklerini reklam haline getirdi. Bunun bedeli, partinin Menşevik yani azınlık ve Lenin’in önderliğini yaptığı Bolşevik yani çoğunluk olarak ikiye ayrılmasına sebep oldu. Sosyalist ideolojinin izlekçisi olan Lenin’de “milliyetçilik” temelli politik güç elde etmiştir. Ve partiyi ikiye bölmüştür.
ABD’ye bakarsak, I. Genel Savaş’ta ABD Başkanı Woodrow Wilson, Self Determinasyon terimini her ne kadar sık kullanmış olursa olsun dönüp dolaşıp geldiği noktada adıyla yayımlanan 14 maddelik Wilson İlkeleri bildirgesinde hiçbir şekilde bu taahhüt yer almamıştır. Sadece 12. maddesinde “(…) Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. (…)” [5] ifadesine yer verilmiştir.
“Görüldüğü gibi bu dönemde prensibin kendisi evrensel olarak görülememiştir ve güçlü bazı kısaltmalarla uygulanmıştır.” [6] “Birinci ve en önemli kısıt, coğrafi olanıdır; ulusal bağımsızlık sadece Avrupa ve Amerika’ya referans vermekte; ve kolonyal dünyayı kapsamamaktadır. Avrupa’da yenilen devletler içinde yeni devletler oluşmuş, buna karşılık muzaffer devletler, prensibin kendi heterojen nüfuslarına uygulanmasını önlemişlerdir” [7] “Woodrow Wilson’a göre İtilaf Devletleri “yönetmeye tabii hakları olmayan yabancı ulusları” hakimiyetleri altına aldıklarından siyasi bakımdan iflas etmek zorunda kalmışlardır.” [8] “Bununla birlikte Wilson, Avrupa haritasının etno-ulusal karışıklığı konusunda duyarlı idi ve savaş sonrası oluşan düzen, prensibin tam bir uygulamasını yansıtmamıştır.” [9] “Çünkü hangi halk gruplarının self determinasyona istinaden özerk olabileceği veya başka halklarla birleşebileceği hususları tartışmalıydı ve belki de bu nedenle self determinasyon ilkesi bu dönemde slogan olmaktan öteye geçememiş ve Milletler Cemiyeti Misakında yer almamıştır.” [10]
Bunun da doğrudan Self Determinasyon ile ilişkisi yoktur. Ancak Mondros Antlaşması ile isyan çıkan yerlere İtilaf Güçleri’nin müdahalesi durumunda bir takım özerkleştirmelerden bahsedilir. Ne garip değil mi? Wilson halkları kışkırttığı, milliyetçilik ateşini yaktığı halde bildirgesinde doğrudan buna bir taahhüt vermiyor. Politika böyledir. İnsan gücü politika açısından tek basımlık akbil gibidir.
İlk paragraflarda da ifade etmiş olduğum gibi politikacıların milliyetçilik kavramını çıkarlarına göre yorumlaması, kullanası ve dönem konjonktüründe emperyalist güdüye hizmet aygıtı haline getirmesi kitleleri yönetme aracı olmasına yol açtı. Devlet benim diyen Louis gitti devlet hakikaten ben miyim? Diyen kitleler yerini aldı. Tabi burada şu karmaşa da doğmuştur: devlet ile hükümet aynı şeyler midir? Bu da Fransız ihtilali ile birlikte gelen kısır tartışmalardan biridir. Böyle bir tartışmanın meydana gelmesindeki sebep ise benim düşüncem dahilinde şöyledir: İhtilal sonrasında terör dönemi başladığında ve milyonlar birbirini sinek gibi katlettiğinde niyet ile ihanet arasındaki çizgi yer değiştirmiş ve sadece 15 yıl sonra Napolyon hanedanlığı kurulmuş ve onca arbede sonucunda monarşi tekrardan gelmişti. İşte bunca kan dökmenin ardından 1804’te Bonoparte Hanedanı iktidar olduğunda halk kendisine “devlet ile hükümet aynı şeyler midir?” sorusunu sormaya başladı.
Napolyon’un en büyük propagandası Avrupa’ya kızmış olması ve bu sebeple Fransızlar adına bir öç alma yeminiyle iktidara yükselmesi üzerine oldu. Halk bunu inanılmaz bir coşkuyla karşıladı. Belki de ahlaki dilemma içerisinde kalan insanlar yakın tarihteki trajediyi unutmak için komşularını suçlayacak bir öfkenin hizmetçisi olmanın verebileceği kaygısızlığı arzuladıkları için Napolyon’a “devlet” gözüyle bakar oldular. Bölünmüşlüğün verdiği kolay lokma olma olgusu İtalya ve Prusya açısından Fransızlar lehine gerçekleştiğinde -yani Napolyon’un sopası her daim üzerlerinde olabildiğinde- Fransızlar bu gelişmelerden büyük kıvanç duyarak bu tevarüsün etkisiyle milliyetçiliğin yeni dilinde ifadesini bulan bir milli birlik bilinci meydana getirmişti. Zaferlerle dolu 14 yıl şöyle bir göz önüne getirildiğinde yıpranmış ve artık yücelmek isteyen insanların toplum psikolojisinde “yenilmezlik” prestiji pek çok olan biteni, olabilecekleri perdelemeye çok fazla yeterliydi.
Napolyon’un bu hareketi Latin Amerika dediğimiz dev bölgede de yankı uyandırdı. Venezuela’nın günümüzde uluslararası gündemde yer edindiği haberlere göz attığımızda Maduro üzerinden Simon Bolivar ismiyle karşılaşıyoruz. Maduro sıklıkla Simon Bolivar’ın adını kullanarak getto yerleşkelerine seslenmeyi tercih ediyor. Bolivar’ın İspanya hakimiyetine olan balyozu pek tabi cılız değildir -oraya da geleceğiz-. Napolyon’un izlekçisi konumunda olabilecek olan Simon Bolivar, Yeni Grenada olarak adlandırılan ve günümüzde Venezuela, Ekvador ve Kolombiya sahalarını kapsayan oldukça geniş bir İspanya yönetiminin egemenlik sahasına 19. Yüzyılda Liberator [11] lakabıyla darbe indirdi. Bu dalga kronolojik olarak 1783-1829 yılları sırasında Osmanlı’ya, Avusturya’ya (az önce Macaristan üzerinden bahsettiğim konuya) ve Rusya gibi geniş sahalara da endişe yayacak boyutlarda katlanarak etkisini arttırdı ve İmparatorluklara konvansiyonel olmayan şekilde halk direnişiyle parçalanma, küçülme ve belki de yok olma korkusunu aşıladı. Sedan Muharebesi’ne kadar gidecek olan savaşlar silsilesinin temelinde de milliyetçilik yatıyordu. Milliyetçilik konusunda Avrupa dengesini tekrardan düzenleyen başka bir isim de Avusturya Şansölyesi olan Metternich’tir. [12] İtalya’yı yalnızca bütünleşik olmayan bir siyasi kargaşa ortamı olarak gören Şansölye’nin ömrü İtalya’nın birleşmesine yetmedi. Ancak Metternich’ın göz ardı ettiği İtalya faktörü kendisi öldükten sadece 2 yıl sonra üniter bir devlet olarak kurulması Avusturya için büyük tehdit oluşturdu. 1870’den sonra da Po Ovası üzerinde hızla sanayileşmeye ve atölye tipi irili ufaklı sanayi çıktıları elde etmeye başlamaları milli duyguların ekonomiye nasıl yansıyacağının tipik bir örneği olarak kabul edilmektedir. Böyle bir iklimde artık milliyetçiliğin politikanın ana oyuncağı haline getirilmediği her dakika potansiyel isyan patlamalarının ayak sesleri niteliğindeydi.
***
Henüz ısınma turunda olduğumuz bu başlangıç yazısında bir kelimenin insan zihninde ve teorik aleminde ne şekilde tezahür edeceği bilinmezken doğuracağı sonuçları tarihe nakış, nakış işlenmiştir. Avrupa’yı ve Asya’yı defalarca yıkıp tekrardan kuracak olan bu kelime henüz etkisini kaybetmeden yoluna devam ediyor. Günümüz jeopolitiğinde, siyasi coğrafya uzmanları tarafından büyük bir hassasiyetle anlatılan ve yorumlanan milliyetçilik etkisini yitirmemiş ve çok farklı yorumlarla hayatını devam ettiren yaşayan kelimelerden sadece bir tanesidir. Gelecek haftalarda Roma üzerinden devam ederek bu düşünce akımının Türkistan’daki etkilerine ve oradan da Tayvan’a uzanan sosyolojik serüvenine bakacağız. Ve tabi ki bizim milliyetçiliğimizdeki yaşatma gücüne de değinmeden noktalamayacağım. Aynı zamanda ideolojilerin kendi perspektifinden bu kavramın ne şekilde anlamlandırıldığını göreceğiz. Unutmadan belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta bulunmakta.
“Milliyetçilik, tüm varlığı ile boynuna tasma takılmış -izm’lerden ayrı bir yaşam alanına sahiptir.”
Mertcan ABBASOĞLU
[1] https://www.etymonline.com/word/nation -Erişim Tarihi [29.01.2022]
[2] Toplum ve topluluk aynı kavramlar değildir. Örnekle anlatmak gerekirse armut ağacı toplumdur ancak armut, çilek, elma, kereviz, marul, narenciye dolu bir poşet topluluğu ifade eder. Yani toplum doğal etmenler neticesinde tamın itibariyle aynı bir grup insanın aynı sınırlar içerisinde doğması ve yaşıyor olmasıyken, topluluk bir hedef, bir ülkü doğrultusunda farklı kimliklerden ve yerlerden çıkarak bir araya gelmesiyle oluşur.
[3] Müthiş kelimesinin anlamı “korkunç” demektir.
[4] 1776 tarihli Virginia Halklar Beyannamesi’nde bunu görmekteyiz. Ve aynı zamanda daha sonraki süreçte -Fransız İhtilali sonrasında- daha farklı bir boyuta dönüştüğünü bireysel okumalar üzerinden gözlemlemek mümkündür.
[5] AnaBritannica, Woodrow Wilson maddesi, Ana Yayıncılık, A.Ş, İstanbul, 1993, c.19., s.50 [6] Koçak, M. (2018). Self determinasyon hakkı ve self determinasyon hakkı teorileri. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 23(38), s.82 [7] Koçak, M. (2018). Self determinasyon hakkı ve self determinasyon hakkı teorileri. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 23(38), s.93 [8] Emerson, Rupert, Sömürgelerin Uluslaşması Asya ve Afrika Halklarının Ortaya Çıkışları, Çeviren: Türkkaya Ataöv, Ankara: Türk Siyasi Bilimler Derneği Yayınları, 1965, s. 289. [9] Koçak, M. (2018). Self determinasyon hakkı ve self determinasyon hakkı teorileri. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 23(38), s.97 [10] Füsun Arsava, Halkların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının Tarihçesi ve Günümüzde Getirdiği Problemler, Prof. Dr. Aydın Zevkliler’e Armağan, Yaşar Üniversitesi Elektronik Dergisi, Cilt: 8, Özel Sayı, 2013, s. 392.[11] İspanyolcada kurtarıcı yahut özgürleştirici anlamlarına gelir.
[12] Devletlerin en keskin çizgileriyle monarşilerin salahiyetinde var olabileceğine bel bağlamış ve hürriyetçilik gibi kalkışmaların, halk zihnine kazınan özgürlükçülük gibi kelimelerin halk hafızasından kazınıp atılması için Kutsal İttifak’ı kurmuş bir diplomattır. Cumhuriyetçiliğin Avrupa açısından felaket olacağını düşündüğü gibi Monarşisiz bir Avrupa’nın cehennem olacağı fikirlerinin en katı savunucusuydu. Winston Churchill için Royalist Bulldog denmektedir. Metternich için de bir benzeri ifadeler türetilebilir.