AvrupaEğitimGenelGündemKöşe YazılarıManşet

Beşikten Eşit Olanların Ülkesi: Finlandiya

Son zamanlarda Rusya’nın hastalık derecesine varan emperyal tutkusu, tehlikesi İsveç ve Finlandiya sınırlarını da tehdit eder vaziyete ulaştı. Bu konuya ilişkin pek çok yazı kaleme alındı. Finlandiya’nın komşularıyla olan ilişkisi, Finlandiya’nın hayat şartları, Finlandiya’nın olmayan ordusu ve (niçin olmadığı ile birlikte) elbette ki Finlandiya’nın demokratik profili çok defa konuşuldu, yazıldı, çizildi. Üzerine akademik kaynaklar dışında durulmayan tek konu ise elbette ki Finlandiya Eğitim Sistemi’dir. Bunun sebebi eğitim sistemini, metotların işlevselliğini yalın haliyle ele almanın mümkün olmayışıdır. Eğitim dendiğinde, bir ülkenin eğitim mevzuatı için GSYİH’dan organize edilerek (eğitime) ayrılan bütçeye, siyasi hesaplaşmaların olup olmadığına ve tabi ki siyasi dengelerin değiştiğinde eğitim politikalarının ne şekilde etkilendiğini “holistik” açıdan değerlendirerek kaleme almak gerekir. Niçin? Çünkü bütüncül bakış açısı bir şeyin neden ve nasıl “iyi yahut kötü” olduğunu izah edebilmemizi sağlar. İşte bu sebeple Finlandiya semalarında dolaşan siyasi karabulutları bir kenara bırakıp Finlandiya’ya başka bir açıdan bakacağız. Ve belki de Finlandiya’ya son defa bakacağız…

Bugün bir öğretmenin ve sosyal bilimcinin kaleminden Finlandiya’nın nasıl inşa edildiğini okuyacaksınız.

Bağımsızlıklarını Kazandıkları İlk Hafta…

Avrupa Birliği’ne üye kuzeydeki ülkelerden biri olan Finlandiya’da eğitimin tekrardan kurgulanmasında geleneksel ekonomi anlayışını modern ekonomik anlayışa terk etmesi yatar. Daha doğrusu bu iktisadi anlayıştaki değişim ve dönüşüm eğitimin finansmanında Finlandiya için muazzam fırsatlar elde etmesinin önünü açtı. Finladniya’da eğitim her dönem için önemli bir yer kapladı. Mükemmel öğrenci yetiştirebilmek haricinde uluslararasılık kıstasına dayalı eğitim politikaları için kaynakların en kaliteli ve en işe yarar kısımlarını yakın geçmiş de dahil olmak üzere eğitime ve öğretmene ayırdılar. Örneğin bu devlet, Bolşevik İhtilali’nden hemen sonra 6 Aralık 1917’de bağımsızlıklarını kazandıkları ilk haftaki icraatları Helsinki, Lahti, Kotka ve Oulu şehirlerindeki tahrip olmuş yahut bakımsızlıktan atıl kalmış her okulu yeniden inşa etmişlerdir yahut onarmışlardır. Evet bağımsızlıklarının ilk haftalarında hangi kumaştan oldukları açıkça bellidir.   

Almanya, ordu disiplini ile övünürken ve tanınırken Finlandiya’da en büyük övünç kaynağı yok olma tehlikesine karşılık nitelikli eğitimin meyvesinin yeneceği düşüncesidir. Yani gelişmekte olan ülkelerde Finlandiya denince akla gelen popülarite, ülke içinde de istikrarını koruyarak günümüze kadar gelebilmiştir. Bugün Finlandiya dendiğinde kimsenin aklına eğitsel yolsuzluklar gelmez. Dolayısıyla Finlandiya’da mukavemet gösterebilecek bir ordunun olmayışındaki sebep okullarından mezun olan çocukların (seçkin olanların) hayatlarının kalan yıllarını bürokraside, diplomaside geçirerek Finlandiya’nın tarafsızlık ilkesine bağlı kalmasında ısrar etmeleri yatmaktadır. Ayrıca güçlü ordusu olmayan ülkelerin modernize masrafları da taktir edersiniz ki “olmaz”. Bu da Almanya, İtalya, İrlanda, İzlanda, Japonya ve Finlandiya gibi ülkelerde sosyal hayatın diğer kollarına etki eden harcamaları daha iyi planlayabilmeleri anlamına gelir. Türkiye için bu böyle değildir ne yazık ki. Çünkü etrafımız Hz. Nuh’un gemisinden çıkanlar ile dolu.

Bir metafor olarak Faşist Almanlar için Avrupa’nın göbeğinde bir savaş başlatmak var olabilmek ve devletlerini koruyabilmek için bir ihtiyaçtı. Onların gözünde yıkım, tahribat, genişlemek ve tahakküm altına almak = Almanya’nın payidar kalabilmesinin ilk şartıydı. Finlandiya içinse bu henüz genç bir devlet teşekkülüne sahip olmaları sebebiyle etliye sütlüye karışmamak olarak nitelendirilmiştir. Finlandiya’nın Soğuk Savaş Dönemi’nde (1947-1991) istifini bozmadan NATO’ya yahut 1961’de Yugoslavya’nın önderliğinde (J. Broz Tito) oluşturulan “Bağlantısızlar Bloku’na” dahil olmamasındaki sebep tam olarak budur diyebiliriz. Tarihsel geçmişine baktığımızda yakın tarihte kendisine yönelik büyük ölçekli işgal girişimi gerçekleştiren Sovyet Rusya’yı (SSCB) tarihte Kış Savaşı olarak adlandırılan (30 Kasım 1939- 13 Mart 1940) ve Doğu Finlandiya’da (Karelia) gerçekleşen muharebede C. G. Emil Mannerheim önderliğinde yenilgiye uğratması Rusya-Finlandiya arasındaki husumetin derinliğini anlatabilir. Sahada yenseler de masada bölgeyi kaybetmeleri Finlandiya’nın var olma mücadelesinde komşularını ürkütmeyecek adımlar atması gerekliliğini doğurmuştur. İsveç ve Rusya’nın eski egemenlik bölgesi olan Finlandiya’nın siyasi konjonktürde günümüzde NATO’nun kuyruğunda geziyor olmasındaki sebep yok olmamak için bir arayış içinde olmaları değil midir? Bağımsızlıklarını bir kez daha Rusya’nın tehdit ediyor olması… Kat ettikleri yolu anlayınca Niçin NATO? Sorusuna yanıt bulmak Finlandiya açısından mümkün olabilir. Ancak sorun şu ki rant değmemiş göl ve ormanlarda büyüyen bu insanların bu denli siyasi açmaza düşmeleri, sırtlarını körce Batı’ya yaslamalarının getirdiği bir hatayı yüzlerine vuruyor gibi. Ukrayna’nın Batı’yı kullanarak Rusya’yı terbiye etmeye kalkmasından Finlandiya’nın ders çıkartması gerekirdi. Bağımsızlık anlayışları bir miktar yozlaşmışa benziyor.  Ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme arzusuna karşılık verdiği “olumsuz” oyun İsveç ve Finlandiya’nın Rusya tarafından yok olmaktan kurtarıldığını göremiyorlar mı? (soru bir cevaptır) 

Devalüasyonu Kontrol Etmek…

            Maalesef Finlandiya bağımsızlığının ilk yıllarından itibaren kesintili olarak 40 yılı aşkın bir süre fakirlik ve yoksulluk çukurundan çıkamadı. Ayağı tümseğe takıldı, yüz üstü yuvarlandı… geri kalktı! Tarihlendirmek gerekirse epey geriye gitmemiz lazım. 13.yüzyılın son çeyreğinde gerçekleştirilen Kuzey Haçlı Seferi sonucunda Finlandiya’nın İsveç egemenliğine girmesi ve 1808-1809 aralığında yaşanan Finlandiya Savaşı’nda (Rus İmparatorluğu’na karşın İsveç) Frederikshamn Antlaşması neticesinde gelen kesin Rus zaferi bölgenin el değiştirmesini sağladı. İşte tam da bu egemen güç değişiminde Finler için sıkıntılı zamanlar başladı. Finlandiya İskandinav ülkelerine nazaran gayet uzun yıllar basit toplum görünümünde varlığını devam ettirdi. 1809’da özerk olarak kurulan Finlandiya Büyük Prensliği içerisinde gelişen bağımsızlık temalı fikirlerin palazlanmaya başlaması ve sık sık Rus Polisi tarafından nümayişlerin susturulması, suçluların sertçe cezalandırılması, gözdağı vermek adına toplu tutuklamalar ve infazlar gerçekleştirmeleri Finlerin içindeki bağımsızlık ateşini körüklemekte büyük bir rol oynadı. Bu da Rusya’nın Finlandiya üzerindeki devlet yatırımlarında temkinli ilerlemesini doğurdu.

Finlandiya’nın ekonomik anlamda bir çöküşe sürüklenmesi bölge insanının açlıkla imtihanı ve yoksulluğa karşı verdiği romantik mücadele Rus egemenliği altında başladı diyebiliriz. Finlandiya için kereste imalatı ekonomide büyük yer kaplıyordu. Bunun yanında hammaddesi ağaç (kereste) olan her ürünü de üretip satma derdindeydiler. Açık bir şekilde kâğıt ve kereste imalatı haricinde sanayileşme ortamını geliştiremediler. Bulundukları zamanın epey gerisindeydiler kısacası. Bunun sebebi Rusya’nın gerekli yatırımları yapmıyor olmasıyla birlikte bölgenin kendisinden kopma tehdidine karşılık, Finlere altın tabakta çağdaş altyapıyı sunmak istemiyor olmalarıydı. Fakat burada bir parantez açmak durumundayım. Bunun somut göstergesi mevcut tarihin gelişmişlik sembolü olan demiryolu ağının Finlandiya’ya 31 Ocak 1862’de Helsinki-Hameenlinna arasına yapılmış olunmasıdır. Buharlı trenlerin 1700’lerde yeni, yeni kullanılıyor olması ve Rusya’ya ilk demir yolu ağının 1837’de kurulması düşünüldüğünde Finlandiya’ya bu tarihlerde çağdaş teknolojiyi getiriyor olmaları olaya temkinli yaklaştıklarını gösterir. İkinci demiryolu girişimi ise başlangıç tarihi olarak 1868’e aittir. 1868’den sonra bölgedeki Rus egemenliği güçlendikçe ve otorite her türlü hissettirildikçe, bölgenin sahibi “Rus Çarı’dır” dendikçe Finlandiya’nın merkeze olan entegrasyonu hız kazandı. Rusya’nın Finlandiya’ya geniş demiryolu ağı imkânı sağlamadığını söyleyemeyiz. Günümüzdeki demiryolu ağlarının %75’ten fazlası Rusya egemenliği altındayken yapılmış.

1866’da Finlandiya’da başlayan kıtlık 3 yıl boyunca Finlerin ekonomik şoklara maruz kalarak yoksullukta dibe vurmalarına sebep oldu. Bu kıtlıkta Finlandiya’da mevcut toplumun %18’i ölmüştür. Bu %18 içerisinde henüz okumakta olan çocuklardan yaşlılara ve yeni doğanlara kadar geniş bir yok oluş yelpazesi dikkat çeker.

İsveç Fin Tarih Kurumu’nun yaptığı araştırmada 1867’de Kuzey Amerika’da meydana gelen işgücü sıkıntısını gideren kitlelerin Finlandiya ve İsveç’ten göç edenlerin olduğu sonucuna varıldı. 1867’ed Vasa’dan başlayan ilk göç hareketi aynı yılın sonunda diğer fabrika işçilerinin de göç etmesiyle Vasa’da erkek nüfusunun %14 azalığı tespit edildi. En yoğun göç dönemi ise 1902-1930 yılları arasında gerçekleşti. 1902’de 7,310 kişiye pasaport verildiği gibi 1870-1930 arasında ise yaklaşık 400,000 Fin topraklarından geri dönmemek suretiyle ayrılmış. Bunlardan 320,000’i ABD’ye geri kalan 80,000’i ise Kanada’ya göç etmiş. Yaklaşık %52’sinin (208,000) ise Vasa eyaletindeki önemli üretim tesislerinden ayrılmak suretiyle göç ettiği bilgisine ulaşılmıştır. Buradan varabileceğimiz sonuç kıtlığın başlamasıyla birlikte 1930’un sonlarına kadar ülkede ciddi bir nitelikli eleman sıkıntısının varlığıdır.

Finlandiya’da 1750-2019 yılları arasını kapsayan bölgesel (her şehrin kendi özelinde) araştırmalarda elde edilen bilgilere göre 1860’daki toplam nüfusu 1,746,700’dür. 1867’de yaşanan büyük kıtlıkta yok olan %18’in faturası 262.000 insandır.  Statistics Finland’ın araştırmasına göre nüfustaki artış aralığı 1860’dan 1870’e kadar sadece %1,3 oranında seyretmiştir. Yani 1870’deki toplam nüfus 1,768,800’dür. Ancak 10 yıl sonraki verilerde Finlandiya’da doğum patlaması yaşanarak nüfus %16,5 oranında artarak 2,060,800’e yükselir. Ve Finlandiya’da yıllık nüfus artış oranı 1940’a kadar asla düşmemiştir. Bu verilere baktığımızda bağımsızlığına düşkün Finlerin toplumsal olarak sayılarını sürekli arttırmanın eski ideallerde sayı çokluğunun soy ve ulus devamlılığında etkin olduğu gerçekliğini sımsıkı benimsediklerini görebilirsiniz. Ancak 1860’dan 2022’ye baktığımızda nüfus artışları devlet politikası gereği refahı koruyabilme çatısı altında dengede tutulmaktadır. Günümüzde 5.5 milyon nüfus ile minimalist yaşamlarına devam ediyorlar.

Bağımsızlık için üremeyi çare edinmiş olmaları konusunu aynı şekilde uzunca bir süre ekonomiye yansıtamadıklarını da ifade etmeliyim. Çünkü veriler o yönde. 1930’a dek Finlandiya’daki iktisadi ağırlık tarıma verilmiştir. Tarım çıktılarını ise mevcut (cılız) atölyelerde işleyerek ihracat emtiası hâline getirdikleri bilinmektedir. Kereste konusunda ise tasarruflu üretim yapmayı tercih etmişlerdir. Aynı İsveç’te olduğu gibi kereste elde etmek adına ağaçları doğrudan kesmiyorlar. Önce kesilecek ağaç sayısı kadar tohumu fidan ettikten sonra kereste imalatı için ağacı öyle kesmekteler. Tabi bunun yanında kapsamlı silviktür programları kereste ve yan ürünlerin üretimi sırasında Finlandiya’daki orman alanlarını yok olma tehlikesinden korudu. Nokia firması bu konuda tipik bir örnektir. Nokia, Güney Batı Finlandiya’daki Nokia kentinde Frederik Idesta tarafından bir tür orman sanayi işletmesi çerçevesinde kuruldu. 95 yıl kadar bir süre kereste imalatı, orman ürünleri üretimi ve ticaretiyle birlikte son yıllarına doğru elektrik santrallerinde proje üstlenicisi ve elektrik-tel direkleri dikim sorumluluklarını üstlendi. 1871’den sonra şirketin iki farklı alanda çalıştığı bilinir. İlki kâğıt hamuru üretimi diğeri ise kauçuk bazlı inşaat sanayisi sektörüne öncülük eden ürünler. 1950’nin sonuna kadarsa nüfusun %67’si üretimin yalnızca %34’ünde yer almaktaydı. %34’te yer alan nüfusun %56’sı birincil ekonomik faaliyetleri icra ediyordu. Bu ekonomik işkolunun çıktıları tarım, ormancılık, balıkçılık ve varsa bölgede maden çıkarma (işlemeden) sektörleridir. Elbette ki birincil ekonomik işkolu çıktılarının işlenmeden satışı oldukça az gelir getirir. Ormancılık faktöründe kimya sanayisinin 17.yüzyıl itibariyle Finlandiya’da geniş ölçekte gelişim gösterdiğini söyleyebilirim. Çünkü ağaç mahsullerinin toplum nezdinde hem gelir kapısı oluşturduğu hem de barınmak için ideal olduğu bilinir. Bölgede iyi para getiren sayılı işten birisi de gemi yapımıdır. 1850’lerin ortalarında sivil nakliye şirketleri ve navlun piyasası katrana dayanan ahşap gemilerden çelikten yapılmış buharlı gemilere geçtiğindeyse Finlandiya’daki katran fabrikalarının veyahut irili ufaklı tesislerin gelir kaybı yaşaması gelecek 10 yılda kapılarını çalan bir başka ekonomik kriz ve kıtlık döneminin habercisiydi.

Sanayileşme dönemlerini 1946’da hafif şekilde yaşadılar. 1951’de ise cılız sanayi metotlarını ve atölyelerini köylere kadar yaygınlaştırmayı denediler. İtalya’da oturtulmaya çalışılan 1870’lerde denediği atölye tipi üretim mantığını Finlandiya 82 yıl sonra denemeye başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik bağımsızlığın üretimden, sanayiden, nitelikli işçilerden ve elbette kaliteli mesleki eğitimden geçtiğini fark ettiler. 1940’larda bu adımları atamazdılar çünkü 10 Haziran 1940’da İsveç, Faşist Almanya güdümüne girmişti. Faşist Almanlar, Finlandiya’dan bir İsveç kadar uzaklıktaydı… Tüm ekonomik güç yönetimi ve harcamaları işgal-istila panaroyası üzerine kurguladılar. Dolayısıyla korkulan rüya gerçek olmasın diye pek çok yerlerini sıkmak durumunda kaldılar.

Çağdaş toplum ve idealler içerisindeki endüstriyel makas aralığını ABD Doları’nın Fin Markkası’na oranla %70 değer kazanması sonucu azaltabildiler. 1951’de 1 USD toplamda 3,20 Finlandiya Markkası yapmaktaydı. 1 Fin Markkası ise 0,22 USD yapmaktaydı. Bu oranı 1957’ye kadar hafif çalkantılı şekilde koruyabildiler. 1961’den sonra devalüasyon gittikçe arttı. Finlandiya’da meydana gelen devalüasyon aslında üretime dahil edilen mal ve hizmetlerin ihracatında alıcı bulmasını sağladı. Kore Savaşı’nın da etkisiyle tahıl ve balık ihracatında devalüe edilmiş para birimi sayesinde ekonomik patlama gerçekleşti. Yani yaşanan devalüasyon ortamında ihracattan elde edilen gelirlerle ihracat odaklı endüstriyel kompleksler oluşturuldu. Ar-Ge yatırımlarıyla da bu gelişim katlanarak devam etti. Devalüasyon esasında üretilen mal ve hizmetlerin dışarıdaki ihtiyaçlılar tarafından kepçe, kepçe alınmasına sebebiyet vermektedir. Devalüasyonu doğru yönetebildiğiniz sürece (paranızın değeri sabit miktarda değersizliğini korursa) ve koşulsuz olarak GSYİH’daki yolsuzluk payı ile savaşıldığı taktirde Finlandiya örnekleminde olduğu gibi yükseliş gösterebilirsiniz. Ancak şöyle bir sıkıntı var ki devalüe edilmiş para birimine karşılık vatandaşlarınızın alım gücünü de devalüe ederseniz soluğu nerede alacağınız oldukça meçhul…

Hiç Olmadık Zamanda Düşüp Ağlamamak…

Finlandiya’da kişi başına düşen GSYİH oranı 1970’te İngiltere ve Japonya ile rekabet edebilecek düzeye ulaşmıştı. Mesleki eğitime olan yatırımlarını Almanya paralelinde arttırdılar. Mesela kuyumculuk (veya madencilik) ile ilgili okullar yahut eğitim kurumları (bizdeki kuyumcu kent gibi) kuyumculukla uğraşan (veya madencilikle ilgilenen) bölgelerde, şehirlerde açıldı. Yani mücevherat üzerine kendisini geliştirmek isteyen öğrenciler bu işi kâra dönüştürebilmiş kişilerin yanında teorik bilgilerini kullanarak doğrudan pratik eğitim alabiliyorlardı. Mühendislik öğrencileri yaparak-yaşayarak öğrenmeye lisans derecesinin ilk yıllarında başlayabiliyordu. Staj konusu ülkemizde olduğu gibi son yıla iteklenmemiştir.  Devlet, ulusal gelirin halka dağıtımında payı yüksek tutmaya mutlak suretle özen göstermekteydi. 1980’de toplamda 33,7 milyar € olan GSYİH’nin kişi başına düşen oranı 7,059 €’dur. Bu oran 1986’da 62,7 milyar €’ya yükseldiğinde GSYİH’dan kişi başına düşen gelir 12,776 €’ya çıkmıştır. Sadece 6 yılda gözle fark edilebilir oranda yıllık ortalama %1-3 arasında artış söz konusudur. 2005’e gelindiğinde ise kişi başına düşen gelir 31,392 €’ya yükselir. 2016’da ise bu oran 46,455 €’dur. Karnı rahatlıkla doyan, hobileri olan, çocuklarının geleceğinden endişe etmeyen insanların devlete olan güveni artar.

2017 yılında HSBC’nin gerçekleştirdiği bir araştırma var. Bu araştırmada ele alınan oldukça önemli bir “soru” var. Bu soru şudur: İlkokuldan başlayarak üniversite son sınıfa kadar (yüksek lisans ve doktora hariç) bir öğrencinin devlete yıllık masrafı ne kadardır? Elbette bu araştırma gerçekleştirilirken HSBC, OECD’nin 2013 enflasyon raporunu da dikkate alarak bazı düzenlemeler yapıyor. “Eğitim Değeri” adlı uluslararası raporda eğitim araç-gereçlerinden konaklama standartlarına hatta ulaşıma varıncaya kadar masrafların dahil edildiği 25 ülke gözleme alınmıştır. İlk sırada 131,161 $ ile Hong Kong varken ardından 99,378 $ ile Birleşik Arap Emirlikleri geliyor. Sıralama Singapur, ABD, Tayvan, Çin ve Avustralya olarak devam etmekte. 28.sırada 27,732 $ ile Finlandiya geliyor. Finlandiya’nın üstünde Japonya, altında ise Belçika var. Türkiye ise bu araştırmada 14,222 $ ile 46.sırada bulunmakta. Ülkemizin arkasında ise Kolombiya, Şili, Arjantin ve Meksika var. Eğitim araştırmalarında önemli olan altınızda ve üstünüzde kimlerin olduğudur. Çünkü sizin yapılan araştırmadaki konumunuz kimlerle rekabet ettiğinizi gösterir. Ya da sizinle yarışanların kimler olduğunu… Ek olarak burada bir zihin açma eylemi gerçekleştireceğim. Türkiye’de öğrenci başına ayrılan 14,222 $ para, döviz kuruna endeksli olarak yıl içerisinde sabit harcama olanağı sunmamakta. Yani 2017 Ocak’ta kurşun kalem 3 TL iken, aynı yılın Şubat’ında bu kalem Türkiye şartlarında 12 TL olabilir. 1-2 ay sonra düşüp tekrar rekor da kırabilir. Dolayısıyla yıl içerisinde MEB’e ayrılan bütçe döviz karşısında erirken MEB’in tüm öğrencileri “eğitimde fırsat eşitliği ilkesi” kapsamında finanse etmesi tam olarak beklenemez. Yani verilere göre konuşmak gerekirse olan budur.

Finlandiya için çocuk yetiştirmek ağırlıkla toplumun mevcut değerlerine göre şekillenir. Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun da dediği gibi “bir millet her nesilde yeniden doğar”. Yukarıda anlattığım çekişme ortamından ele geçen parayı çar, çur etmeden nasıl değerlendirdiklerini okudunuz. Dolayısıyla Finlandiya 1970’lerde tekrardan doğmuştur. 1917-1950 arası kendini toparlamak için ateşten sakınarak yaşadı. 1950-1970 arasında potansiyelini arttırmak için toplumunu yeniden inşa etmek adına, “istendik eğitim çıktıları” elde etmek adına hem eğitim metotlarını hem de eğitim finansmanını tekrardan gözden geçirdi. Ayrıca ABD’den veya başka yerlerden ısmarlama, ithal eğitim programları “almadı”. Finlandiya’da ayağı yere basan eğitim metotlarını kendi çocuklarının ihtiyaçlarına ve ülkesinin iklim şartlarına uygun olarak geliştirdi yahut tekrardan organize etti. Örneğin Finlandiya’da okutulan Sosyal Bilgiler dersinin vizyon ve misyonu hem ABD’den hem de Türkiye Cumhuriyeti’ndekinden farklıdır. Onlar uluslararası standartların üzerinde bilgi ve donanımda “yorumlama kabiliyeti yüksek” öğrenciler (çocuklar, bireyler, veliler) isterken bu dersin amacı ABD’de bulunan birçok heterojen grupları “ders kapsamında” kaynaştırarak homojen, yapay ABD milleti inşa etmektir. Yani “Amerikan” inşa süreci için vizyon ve misyon yüklendi. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise öğrenciyi hayatın sillesine, inişli çıkışlı yollarda nasıl hayatta kalabileceğini öğretmekle ilgili düzenlemelere gidildi. Bazı geçmişe dönük öğretim programları içeriğindeyse “siyasal hesaplaşma” yer edindi (ülkemiz için bu kadar kısa bir tanım yetersizdir; başka bir vakit detaylıca tartışırız).  

Dağılmadan…

1973’te ise Avrupa Topluluğu ile serbest ticaret antlaşmasını imzalayarak elinde olan piyasa potansiyelini bu sefer uluslararasılık prensibine göre rekabetçi hâle getirmeyi hedef edindi. Tam da bu zamanda beklendiği gibi rekabetçi piyasada tutunamadılar. 1975’te Finlandiya endüstriyel çıktıları Avrupa pazarında yer edinememeye başladı. Aynı yıl endüstriyel üretim ihracat odaklı dizayn edildiği için boş üretim gerçekleştirmeye başladı. Çünkü dış (Avrupa) pazarına girmek isteyen pek çok firma bulunmaktaydı. Mesela AutoVaz Lada ile Avrupa piyasasında otomotiv sektöründe tutunmayı deneyen Sovyet Rusya firmasıdır. Ancak 1980’lere doğru yerini Hyundai’ye kaptırdı ve şirket 2005 ile 2007 arasında Sovyet piyasası haricinde (ve 3.dünya ülkelerinin piyasaları haricinde) satmamaya başladı. En sonunda da 2008’de Renault’un %68’lik bir oranla AutoVaz hissedarı olmasıyla şirket safi bir Rus markası olmaktan feragat etmek zorunda kaldı. Finlandiya’nın markalarının da başına gelen hemen hemen aynı olduğu yönünde ifade ediliyor. Yani yüksek zararlara uğradılar. Bunun sebebi çağa ayak uyduramayan Finlandiya markalarının hem azlığı hem de tasarımsal açıdan bir çıkmazın içerisine düşmüş olmalarıydı. Ve tabii ki Petrol Krizi ile birlikte dibi boylayan Fin Marrakası devalüe edildikçe eğitim yatırımlarında ve Bakanlığa ayrılan bütçelerde dengesizlikler meydana gelmeye başladı. Çok geçmeden 1995’te Finlandiya Avrupa Birliği’ne katıldı. İşte tam olarak 1973-1995 yılları arasında doğan çocuklar Finlandiya’daki eğitim sisteminin en kaymak çıktıları oldu. para biriminin verdiği sağlam dayanak noktasında Nokia gibi şirketleri Siemens gibi markalarla ortak konsorsiyum oluşturdular. Ama sonuç olarak bugünün Finlandiya’sı 1995’ten sonra iktisadi açıdan yeniden kurgulandı.

Ben, bu döneme “yetenek kuluçkası” dönemi diyorum. Çünkü 30 yıl içerisinde büyük bir gayretle vasat düzeneklerini sıralamalarda en yükseklerden inmeyecek düzeye çıkarabildiler. Bunu eğitim sisteminin en küçük yapı taşı olan yetenek (okullarına) kuluçkalarına borçlular. Buralarda eğitim alan çocuklar ülkelerinden kaçmak için değil, ülkelerine hizmet etmek için öğreniyordu. Finlandiya için artık önemli olan iki şey vardı. Eğitimde kalite ve uluslararalılaşma!

Her Şey Donanımlı Çocuklar İçin…

            Finlandiya büyük devletler ne yaptıysa aslında bir bakıma tam tersini yaptı. Eğitim konusunda her şeyi tersten ilerlettiler. Fransa’da okul aidatları arttırılırken, Almanya’da öğrenciden yan kaynak kitap alması talep edilerek ailesi soyulurken, Belçika’da üniversite harçlarına zam gelirken, İtalya’da eğitime yeni vergiler gelirken, Türkiye’de eğitim sistemi zibilyonuncu kez değiştirilirken Finlandiya’da işler tam tersi şekilde yürümekteydi. Onlar bırakın çocuklar oynasın demeye devam etti…

Peki ama neden ve nasıl? 

            Komşularında ve rakiplerinde bunlar yaşanırken Finlandiya’da eğitime ve eğitim felsefesine olan bakış tekrardan kontrol edildi. Sürdürülebilir eğitsel kalkınmayı hedefleyen birkaç rötuş yapıldı da diyebilirim. Fin eğitimci ve aynı zamanda bir politika danışmanı olarak eğitim sistemlerini inceleyerek reform önerileri geliştiren Pasi Sahlberg bu konuda şöyle söylüyor: “inanılmaz sosyal refah, çocuklar için hep eşit fırsatlar, bedava ve kaliteli öğrenmeyi garantilemekte kritik bir rol oynuyor” diyor. P. Sahlberg’in dediği aslında Jean Piaget’in 1926’da yazdığı “Çocuğun Gözüyle Dünya” kitabındaki Bilişsel Gelişim Kuramı’na uygun olarak devletin çocuk yetiştirme politikasının esasında “çocuğun bilişsel düzeyine” uygun şekilde olması gerektiğidir. Mesela oyun çağındaki çocuktan 9 ay içinde diğerleri gibi 1.sınıfta okumayı sökmesi beklenemez. Çünkü herkesin bilişsel gelişimi “eşit zamanlı” değildir. O yüzden oyun çağında oyuna doyan, okuma çağında okuduklarını anlayan çocuklar devletleri için faydalı işler yapar.

            Bu insanlar için eğitim ibadet etmek gibidir. 1860’lı yıllarda (yani modern çağ için oldukça iyi bir vakitte) halk eğitime kafayı takmışlardı. İnsanlarının üretim işkollarında rekabetçi olamadığını bildikleri için sosyal ve fen bilgilerinde mukavemet gösterebilecek erişkinlikte olmaları gerektiklerini düşünüyorlardı. İsveç’te ve Norveç’te olduğu gibi geriye kalan diğer Avrupa ülkelerinde olduğu şekliyle “ana dilde” eğitimin icra edildiği mekân ve kurum “Lutheran Kilisesi’dir”. Aslında Luther’in dini tenasüp ile geliştirdiği Hristiyanlık’daki bu yol dışında kalan Katolikler ve Ortodokslar için de var olan irili ufaklı halk eğitimi çabaları “kilise” özelinde icra edilmekteydi. Kilise, Reform ve Rönesans döneminin ergenlikten kurtulup olgunluk sürecine eriştiği yüzyılda etkisini kaybetmeye başladı. Eğitim konusunda bulundukları ülkelerin tamamında faaliyet gösterebildiklerini maalesef söyleyemeyiz. Örneğin Rusya’da I. Petro ile birlikte yapılan eğitim reformlarında Kilse’nin sınırlandırıldığını ve eğitim-öğretim serbestisinde sadece dini kalıplara riayet etmek isteyenlerin eğitilebileceğini tasdik eden kanunlar çıkarması bir örnektir. Diğer açıdan 19.yüzyılda Katolik Kilisesi’nin bulunduğu çağdaki (o meşhur tabirle yeni dünya düzeni) imtihanı beraberinde her ne kadar Siyasal Katolisizmi doğurduysa da din temelli eğitime yapıştırılan darbe esasında 1867’de Voralberger Anayasa Dostları Derneği’nin faaliyetlerince oldu. Dolayısıyla Finlandiya’da eğitimin başlangıç sürecinin kiliseler tarafından üstleniliyor olunması tesadüf değil.

            Akabinde Finlandiya’da kiliseden ayrı bir şekilde ulusal eğitim örgütlenmesine girilmesini ben bir hipoteze dayandırıyorum. Bireysel okumalarımdan yola çıkarak elde ettiğim hipotezim Protestanlığın Avrupa’da Cingöz Recai gibi yaygınlaşması için efor sarf eden Huguenotlar üzerine. Tabi bu hipotez geliştirilmeye gayet açıktır. Bunlar (Huguenotlar) Calvinist öğretiye olan yakınlıklarıyla tanınsalar da aslında aziz olmuş yahut aziz olduğu iddia edilen kimselere tapınmaya şiddetle karşı çıkmaları ile tanınan bir Hristiyan cemaatidir. İdamı da kabûl etmediklerini söylemeliyim. Dolayısıyla 19.yüzyılda Prusya’nın aşağısında Bohemya havzasında kendilerini belli etmeleri ve Voralberger Derneği tarafından eğitimde yozlaşmayı teşvik ediyorlar yaftasıyla bölgede elimine edilmeleri Finlandiya’da kendisine aydın diyen kesimin eğitimi kiliseden koparma yoluna gitmesi ve 1866’da (halk eğitimini) Ulusal Eğitim Kurumu’nu kurmalarını buraya bağlamaktayım. Kitle iletişim araçlarının dönem içerisinde ufak bir manşetinin etkileri tartışılmayacak derecede muazzam olabilmekteydi çünkü. Düşünsenize şöyle bir manşet atılıyor ve yayılıyor: Protestan cemaatleri kiliselerde çocukları zehirliyor…

            Kiliseden eğitimi kopardıktan sonra yakın geçmişte (yukarıda bahsettiğim 1980 sonrası konjonktürde) eşitlik konusunun bir miktar dipte köşede kaldığı düşünüldü. 1938’de bununla ilgili güzel bir uygulama başlattılar. İki savaş dönemi arasında doğurganlığı düşük oranlarda seyreden Finlandiya’daki çocuk sahibi olacak ailelere (eksiksiz şekilde) bebek doğum paketi dağıtılıyordu. Kutu içeriğindeki ilginç şeyse ekstrem durumda eve ebe gelemeyecek koşullarda annenin nasıl güvenli doğum gerçekleştireceğini içeren bir kitapçık da bulunmaktaydı. Annenin sağlığı oldukça önemliydi. Cinsiyet bakımından kadın nüfusunun düşük olması ve doğumların sıklıkla kız olarak doğuyor olması Finlandiya’da anneye olan önemi “devletin aile planlamalarında” pozitif etki yarattı. Bu kutuların maliyeti dönemin bir maden işçisinin aylık kazancının 3’te 1’i kadardı. 1939’da bu oran Savaş başlangıç tarihi (Eylül) dolayısıyla 3’te 2’ye yükseltildi. Anne ve çocuğa özel hijyen setleri de bu kutunun içinde elbette. Mesela çarşaflar, battaniyeler çocuk içindi… Çocuğa olan bakış açılarını ve eğitim felsefelerini ulusal eğitim düzeneğine göre inşa ederken “eğitimde fırsat eşitliğini ta en baştan, beşikteyken başlattılar”. Beşikte eğitimde fırsat eşitliği mi olurmuş? -Evet, olur. Yetişkin eğitimi beşikteyken dahi eşit oranda verilmekteydi bu ülkede. Ve çocuklarına da bu miras kaldı. Böylelikle Finlandiya’da eğitim ve Finlandiya eğitim sisteminin temel ilkeleri dendiğinde ilk 3 veya 4’te karşılaşacağımız anlayış “tüm Finlandiya vatandaşlarının kaliteli eğitim-öğretim sürecine eşit imkânlar dahilinde sahip olması” şeklindedir. Bu ülkede Eğitim Bakanlığı yaşam boyu öğrenmeyi her yere yapıştırır. Müfredat düzenlemesine giderken yapıştırır, politika revizyonuna giderken yapıştırır, çocuk doğduğunda beşiğine (kundağına kadar) “yaşam boyu öğrenmeyi” alelade bir süreçten öte “hayatta kalmanın beşerî sihri” olarak bireye kazandırmaya kafa yorar. Bireyleri büyüleyici gerçekliğe dalmış edebi metinlerin içinde değil, aksine bulundukları ülkeyi el birliği ile yüceltebilecekleri gerçekliği ile yaşama bağlarlar. Aradaki farkları sizler mukayese ediniz. Elbette ki okul öncesi olmak üzere yüksek öğretime kadar olan her kademede “eşit” eğitim hakkı ücretsiz olarak öğrencilere sunuluyor.

            Burada Finlandiya Anayasası’na dikkat çekmek isterim. Anayasalar ülkelerin neyi el üstünde tuttuğunu özetler. Finlandiya Anayasası’nda ise 16.bölümde (Eğitimsel Haklar kısmında) parasız eğitime 3 defa vurgu yapılır. Burada ek olarak alt maddelerde kamu kurum ve kuruluşlarında hizmet veren herkesin açıkça “eğitim hizmeti almak isteyen her bireye” eksiksiz şekilde “kimliğine, özel hayatına, sosyoekonomik durumuna bakmaksızın” ihtiyacı ne ise onu vermekle yükümlü olduğu ifade edilmekte. En başlarda demiştim ya bu topraklarda eğitim ibadet etmek gibi bir şeydir diye. Bu metaforu şöyle algılamalısınız: Cami’de nasıl ki her kul Allah katında eşit ise Finlandiya’da ise devlet gözünde eğitim kademesinde vatandaşlar eşit statüye sahip. Çünkü çocuk, “devlet ona para ve zaman” harcarken sosyal statüsünün psikolojik engeline takılıp kalırsa ve ilerleyemezse bu çocuk gelecekte “adil bir yaşam sürmeyeceği gibi adaletli de olamaz”. Mantaliteleri bu… nasıl ?

            Danimarka’da ve Finlandiya’da lisans eğitimlerini sürdüren (Danimarka’daki Türk) dostlarımın aktardıklarına göre okullarda Belediye Başkanı’nın kızı yahut oğlu ile orta gelirli bir ailenin çocukları aynı sıralarda otururken hiçbir şekilde sosyal statü bağlamında üstünlük kabul edilecek yahut aşağılık duygusuna kaptıracak diyalogların “ne çocuklar arasında ne de aileler arasında” konuşulmadığından, böyle diyaloglar kurulmadığından bahsediyorlar. Ülkemizde her ailenin mum ışığı ile aradığı “dobra” bir terbiye noktasıdır bu. Terbiye, egonun dengelenmesi yahut gemlerinin kişinin elinde olmasıyla olmaz. Terbiye, çocukluktan gelen özverili tutum karşısında karşılıklı saygı sonucu gelişir. 

            Bu çocukların yani geleceğin anne, babalarının yani velilerinin 1998’de kararlaştırılan Temel Eğitim Yasası gereğince Periskoulu yani kapsamlı okul tabiriyle yetişiyor olması sosyal hayatta diyaloglarda böyle bir etki doğurmuşa benziyor. 9 yılı kapsayan zorunlu eğitim döneminde eğitim sisteminin temelinde eşitlik ve sosyal kapsayıcılık üzerine değerler eğitimi bulunuyor. Okulların zemini bu 3 zincirde atılıyor. Yani çocuk, anaokuluna giderken önce ahlaki ve psiko-motor becerileri olarak inşa edilirken ilkokul ve ortaokul sürecine başladığında kibar, nazik bir insan olarak ortaöğretim kademesine aday oluyor. Sadece çocuk yetiştirmek için iyi bir sistem analizi gerçekleştirip hayata geçirmemişler. Çocuğa istendik yönde rehberlik edebilen “tek” öğretici olan “öğretmenleri” de yetiştirme konusunda detaylı adımlar atıyorlar. Öğretmenler, hiçbir zaman ezberledikleri bir şeyi öğretemezler. Çünkü ezberlemek ve öğretmek farklıdır. Ezberlediğini öğretemezsin. Fakat öğrendiğini kişiselleştirebilirsin. Bu da hayatta pratiklik, pragmatizm olanağı sağlar. Finlandiya Eğitim Bakanlığı öğretmenlerinden bilgiyi pedagojik düzeye indirgeyerek anlatabilmesini, kazandırabilmesini bekler. Temel beklenti bu yöndedir. Ve öğretmenlik (yani meslek statüsü) diğer tüm mesleklerden ve uğraş alanlarından üst konuma yerleştirilmiştir. Öğretmen, doktordan ve mühendis ile mimardan üstündür. Hatta öğretmen Başbakandan ve Bakanlar Kurulu’ndan da üstündür. Niçin?

            Çünkü öğretmen Cumhurbaşkanı dahil olmak üzere diğer her mesleki ve idari grubu yetiştiren tek meslektir. Akademisyenlik eğitim-öğretim halkasının en uç koludur. Ve bir çocuğun bilimin peşinden koşmasına da bir veya birkaç öğretmen etki eder. Dolayısıyla bu sarmalda Finlandiya açısından öğretmenlik mesleği bireyin kendisini gerçekleştirebilmesi için muhtaç olduğu safi bir rehberdir. Anne, baba da bir rehberdir elbette. Ancak aile, çocuklarının hayatı konusunda riskler almak istemez. Riskten kaçan yahut sakınan çocuk kendi ülkesinde dahi sığıntı rolünde olduğunu düşünür. Bu düşünceye sahip bireyler Finlandiya’nın “istemeyeceği” insan profilidir. İşte bu sebeple Finlandiya’da sadece eğitime kafa patlatabilecek beyinler öğretmen olabilir.

            Finlandiya’da öğretmen yetiştirme süreci de oldukça katı ve seçicidir. Her öğrenci öğretmen olmayı hayal edebilir. Bu konuda bir kısıtlama olmuyor. Fakat müracaat edenlerden sadece %10’u ilgili fakültelere kabul ediliyor. Tüm öğretmenlik programlarında öğretmen adaylarının yetiştirilmesinden önce üniversiteler sonra politeknik eğitim kurumları sorumlu tutulmakta. Öğretmenlik programlarına katılmak isteyen öğrencilerin henüz müracaat aşamasına gelmeden önce içtimai olarak kendisini bu mesleği icra etmeye ruhani açıdan da hazırlamış olması beklenir. Yani yetenek elbette ölçülebilir ancak ruhani dizginlik ve sabır potansiyeli nasıl ölçülecek? Diye soruyorsanız bu en başta yapılıyor.

            Öğretmen olmak isteyen öğrenciler programa katılabilmek için öncelikle Üniversiteye Giriş Sınavı’ndan iyi bir başarı elde etmesi isteniyor. Daha sonra sınavı geçenlerin yazınsal yeteneği ölçülür. Bunun için de ayrı bir sınav yapılıyor. Bu sınavı üniversitedeki akademisyenler yapar. Bu sınavı da geçenler sözlü mülakata girer. Örneğin ben matematik öğretmeni olmak istiyorum diyen biri için matematik tarihi büyük önem taşır. Teoremlerin ve formüllerin sahipleri sorulur. Pisagor’un yaşadığı medeniyeti anlatması istenir. Pisagor’un İyonya’da kendisini geliştirmesini neye borçlu olduğu sorulur. Veya Rene Descartes’in “Koordinat Sistemi’ni” nasıl keşfettiği sorulur. Örüntü nasıl ortaya çıkmıştır ve ne amaçla kurgulanmıştır? Gibi sorularla muhatap olurlar. Elbette bunun yanında bir de klasik matematik soruları bulunur. Ve bununla da bitmez. Son aşama olarak örnek ders anlatımından oluşan ağır ölçme-değerlendirme testlerinden de başarılı olmaları istenir. İşte bu son aşamadır. 500 kişi müracaat ettiyse Eğitim Bakanlığı’ndan ve Üniversitenin ilgili fakülte bölümlerinden gelen akademisyenler oturur 500 kişiyi değerlendirir. Fiziki görünüşleri de dikkate alınır. Fiziki görünüşten kastım öğretmen profilinde olan birinin paspal olmaması istenir. 500 kişiden sadece %10’u en fazla oranla fakültelere yerleştirilir. Yani 50… Peki ya hiçbiri kazanamazsa? Finlandiya’da para kitli amfileri açıyor mu tam olarak bilmiyorum.

            Ülkemizde öğretmenlik fakültelerine (eğitim fakültelerine) böyle bir düzenleme getirilir mi? -Türkiye’nin önce kendi şartlarını karşısına alıp konuşması gerekiyor.     

            Öğrenci fakülteye girdi diyelim. Kazandı.. Sınıf öğretmenlerini baz alalım. Bu öğretmenlik bölümü 5 yıllık eğitim ardından mesleğe hazır hâle getirilir. Yani onların sisteminde yüksek lisans derecesiyle mezun edilir. Ama okulöncesi için bu süre 3 yıldır. Çünkü Finlandiya’da ilk çocuk eğitimi ikinci ve üçüncü çocukluk dönemlerinin eğitiminden daha önemlidir. O yüzden çağdaş öğretim teknolojilerini ve metotlarını öğrenip ayak uydurabilenlerin istihdam edilmesi büyük önem taşır. Sınıf öğretmenliği için müracaat edenlerin ise (o 500’ün diyelim ki 300’ü sınıf öğretmenliği için müracaat etti) sadece %8 ya da 10’u kabul edilir. Yani 24 kişi yahut 30 kişi. %10 oranı çok ekstrem durumlarda uygulanmakta. Mesela eşit puanlara sahip yahut yakın derecelere girmiş 4-5 üzeri öğrenci varsa kabul oranı %10’a çıkarılır. Bizdeki gibi kontenjan hesabı ile alım yapılmaz yani. Bizde olduğu gibi (akreditasyonda benzerlik olmayabilir) 80 AKTS oranıyla teori ve uygulamanın yanında pedagojik formasyon derslerini birlikte alırlar.

            Peki bu öğretmenler bu kadar eleyici bir sistemde tane, tane seçildikten sonra nasıl atanıyorlar? Torpille mi yoksa az daha çalış yaparsın koçum denilerek mi? 

            “Eğitim Fakültesinden” mezun olan bir öğretmenin mesleğe başlaması için komple Finlandiya’yı kapsayan ulusal bir düzenleme yok aslında. Aynı günde binlerce kişinin girdiği bir sınav da yok. Binlerce kişiden toplanan keş vergi… pardon silgi ve kalem parası da yok. Öğretmenlerin atama şekillerinde ve elbette seçilmesinde yetki eyaletlerde ve eyaletler içerisindeki yerel yönetimlere aittir. Örneğin Turku şehrindeki yerel yönetimler öğretmen ihtiyacını karşılamakta sorumludur. Nadiren de atama işlemleri merkezi talep şeklinde yapılmakta. Yani okul müdürleri veya okul idaresinin kararına bakılarak “ihtiyaç ne kadarsa” o kadar öğretmen talebinde bulunulur. Bu ihtiyaç genelde 5 kişiyi geçmemekteymiş.

Peki neye göre alıyorlar?

İlk olarak öğretmen adayının mezuniyet derecesine bakılır. Ardından vereceği branşa ait (alan bilgisi) notları ve başarı istatistikleri değerlendirilir. Örneğin Sosyal Bilgiler için düşünecek olursak 5 yılın tarih dersleri ile ilişkisi bulunan 6 dersinin ortalaması istikrarlı bir biçimde düşüşe geçmişken, eğitim bilimleri derslerinde bir denge yahut son yıla doğru bir artış varsa bu öğrenci hakkında yapılan muhtemel yorum şu olabilmekte: “bu öğrenci not ortalamasını yükseltmek için bir tercih yapmış ve kredisi yüksek derslere yönelmiş” deniyor. Bu da okul idaresinin değerlendirmesinde olumsuz bir sonucu tetikler. Ayrıca staj eğitimi derecesinde staj öğretmeninin görüşleri de değerlendirmeye katılır. Gerekli durumlarda staj öğretmeni ile görüşmeler de yapılmakta. İsterse o öğretmen emekli olsun yine arıyorlar. En sonda da kabul edilirken demonstrasyon ve ön örgütleyiciler konusunda bir tecrübe ve farkındalık ölçümü yapılır. Yani peki ben seni bu okulda görev yapman için seçtim. Ama seni diğer öğretmen mezunlarından ayıran nedir? Diye sorarlar. Temel soru budur. Yan sorular ise bu ana soru etrafında şekillenir. Örneğin bir dersi anlatırken kabul jürisine sunacağın demonstrasyonlarda öğretim teknolojilerini nasıl kullandığını gözlemleyebilirler. Etkili bir sunu hazırlayıp hazırlayamamana bakabilirler. Veya bunların hiçbirisini yapmazlar (çok düşük ihtimal) anlattığın “konu” ile ilgili sansasyonel bir yorum getirmeni, gündem ile ilişkilendirmeni, aktüalite bakımından fayda ve zararlarını ortaya koymanı isteyebilirler. Aday öğretmen bu sayılanlardan file vermediği sürece kabul edilir ve mesleğini icra etmeye (aynı hafta) başlar.

Son Söz!

İşte bütün bu serüven Finlandiya’nın bugün belli başlı konularda niçin parmak ile işaret edildiğini anlatıyor. Bu toplumun tasavvurunda herkesin eğitime ihtiyacı olduğu vurgusu çok erken tarihlerde yer edinmiştir. Bir örnek vererek bunu anlatmak gerekirse 1960 ve 1970’lerde Finlandiya’da yaşayanların %10 ile %15’i ancak ortaokul mezunuydu. Çünkü eğitimdeki ölçme-değerlendirme ağırlığını o zamanlarda halen daha korumaktaydı. Bu oran 1975’ten sonra devletin insan sermayesine olan yatırımları sayesinde kademeli olarak %18, %20, %25 şeklinde arttı. Eşitlik ve değerleri kapsayan Finlandiya sosyolojisine uygun eğitim mevzuatları hazırladılar. Yıllarca sürdü. Düşüp kalktılar. Elleri, yüzleri çamura bulandı. Pes ettikleri falan da hiç olmadı (bu da çok ilginçtir). Fin ideologlar ve yazarlar ulusal uyanışı sağlamak için kalemin gücünü kullandılar. Ulusal kimlik arayışlarında deşmedikleri tarihi gerçeklik kalmadı. Suomi (Finlandiya) tarihi üzerine bağımsızlık hikayeleri yazdılar. Eserlerinde asla tahakküm altına girmemek için (kurtuluş yolu olarak) toplumu eğitimle ihya etmekten bahsettiler.

Bu yazınsal çabalardan bir örnek ise Finlandiya entelijansiyasının içinden biri olan Filolog Elias Lönnrot’un (kendisi aslen vatanperver bir fizikçidir) 10 yıl boyunca köy, köy dolaşarak, yerel hikâyeleri dinleyerek derlediği Kalevala Destanı’dır. Finlandiya’da ulusal bilinci oluşturması açısından büyük bir yer kaplıyor. 19.yüzyılın hemen ortalarında (1845) E. Lönnrot, Finlandiya için bir millet, ulus bilinci inşa döneminin başlatılması gerekliliğini vurgulayarak “epik” türde şiirler yazıp araştırma makaleleri kaleme aldı. Lönnrot dışında kent hayatının ideal standartlara nasıl oluşacağı konusunda uyarılarda bulunan bir isim de var. Suuri İllusioni. 1928 yılında kentleşme ve okullaşma oranıyla ilgili Mika Waltariin eserini ortaya koydu. Burada güncel problemlere ışık tuttu. Anlamsız göçün “eğitim vasıtasıyla” nasıl engelleneceğini açıkladı. Grigory Petrov ise 1923’te Beyaz Zambaklar Ülkesi adlı romanıyla bataklıklar ve kayalıklar ülkesi olan Finlandiya’nın din görevlisinden polisine, subayından köylüsüne, şehirlisinden taşralısına, öğretmeninden öğrencisine kadar her sosyal sınıfın bir araya gelerek virane bir memleketi nasıl kalkındırdığını anlattı. Zamanının çok ötesinde “benzer durumlara düşenler için” adeta bir can simidi kaleme aldı. Bunlar, toplum motivasyonu açısından elmas, gümüş, yakut değerindeki maddi dayanak noktalarıdır. Romanlar, moral bozmak için değil ilham alıp ilerleyebilmek için büyük hayat dersleri içerir.

Siyasal hesaplaşmanın toplumu kuyunun dipleri dışında hiçbir bir noktaya götürmeyeceği yönünde karar verdiler. Mevcut konumlarını daha da iyiye ulaştırabilmek için çocuklarını tok gözlü yetiştirebilmek adına ailelerine yüksek refah düzeyi tahsis ettiler. Ve biliyor musunuz Finlandiya’daki gençlerin aralarında geçen bir tür alaycı söylemmiş bu.. Nedir? “bu sene dünyadaki ülkelerin istikrarı gittikçe düşüyor. Yakında Finlandiya dışında gezecek yer kalmayacak”.. Bu da Finlandiya gençlerinin diz dövdüğü konuymuş.

Bu hikâyenin sonunda yıllar milenyum çağını gösterdiğinde, 2001 yılında OECD tarafından hazırlanan PISA sonuçlarında (öğrenci ölçme-değerlendirme programı) Finlandiya en tepeye ulaştı ve halen daha tepelerde süzülmeye devam ediyor. Bu meşakkatli yolculuğun neticesinde eğitim yatırımlarında dünya standartlarının üzerinde bir lokomotif olmaya devam etmektedirler. Finlandiya’daki eğitim sistemi ufak rötuşlar haricinde (bütçeye uygun yasal düzenlemeler ve çağa yönelik okul içi reformlar) son 200 senedir tam olarak bu şekilde işliyor. Öğretmen yetiştirme konusunda da istikrarlı ilerlemenin peşindeler. 105 yıl önce bağımsızlığını kazanan ve egemenlik sahalarının köşe bucak her yeri bataklık engeliyle çevrelenmiş bu ülkenin insanları, bahsettiğim eğitime önem vermeleri sayesinde birkaç kuşak süründükten sonra tek bir neslin tam anlamıyla ihya edilmesiyle birlikte Finlandiya’yı bayındır hâle getirebildi.

Ancak ülkemizde çok garip kıyaslamalar yapılıyor. Mesela Finlandiya ile Türkiye Cumhuriyeti kıyaslanıyor. Sokakta, otobüste, mahallede her yerde bu kıyaslama yapılarak Türkiye tutarsız beyinlerin ağızlarında yerilmeye çalışılıyor. Bilinçli yahut bilinçsizce; ergenliğin verdiği liberal gaflet ile…

Öncelikle Türkiye ile Finlandiya’nın eğitim harcamalarının ve finansmanının mukayese edilmesinin ne demek olduğunu söyleyeyim. En basit şekliyle Kadıköy nüfusu kadar öğrencisi olan Finlandiya ile 18 ülkenin nüfusuna eşit öğrenciye sahip olan Türkiye’nin kıyaslanması bütçe yeterliliği ve dağıtımı konusunda da absürt bir komediyi meydana getiriyor. Ki Finlandiya’daki okula giden çocuk sayısı 1 mahallenin yarısı kadar artarken, Türkiye’de bu oran İl nüfusuna yakın oranda artıyor. Türkiye her yıl ortalama olarak 1 Katar kadar doğum yapmakta. Finlandiya ise Kadıköy’deki Koşuyolu mahallesi kadar doğum yapmakta.

2021’de İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı verilere göre Türkiye’de 1 milyon 47 bin 975 bebek doğdu. Worldometer’ın Birleşmiş Milletler verisinde 2021’de Finlandiya’nın nüfusu toplam olarak 5 milyon 550 bin 138’dir. Geçen yıla göre oranla (2020) sadece %0,20 artış olmuş. Türkiye’de Km başına düşen insan sayısı 110 kişi, Finlandiya’da 18 kişi. 2016’da Finlandiya’da öğrenci başına düşen yıllık eğitim harcaması 10.999 $ iken Türkiye Cumhuriyeti’nde bu oran 5.278 $..

Bu verilere göre mukayese edilebilecek bir taraf var mı? Bunların farkında olmadan ezberi tekrar etmeyi tercih edenlerle dolu bir memlekette biz neyi ne şekilde ve nasıl mukayese edeceğiz?

Son söz olarak;

Beyaz Zambaklar Ülkesi dendiğinde yahut Avrupa’dan herhangi bir ülkenin kült özelliği dendiğinde tüyleri diken, diken olup sıra kendine geldiğinde aman boş versene çok gerideyiz deyip kanal değiştiren, çözüm yerine problem odaklı nüfus “çekirdekten” artmaya devam ettikçe biz kendi toplumsal gelişim konumuzu sürekli erteleyip dururuz.

Fakat benim inancım bir avuç Türk’ün yine muazzam başarılara imza atacağı yönündedir.

Selamlarımla…

Mertcan ABBASOĞLU.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyicinizi kapatarak tekrar deneyin.